26 Nisan 2024 Cuma / 18 Sevval 1445

‘Tanrı Öldü’ de dünya kültüre mi kaldı?

Kültürü, restorasyonu yapılsa da dışarıdan bakılacak ama içinde bir yaşantı oluşturulamayacak bir tarihi eser gibi görmeye devam ediyoruz. Oysa Batılı düşünürler kültürü dünyada olan biten hiçbir şeyden ayırmıyor. Terry Eagleton’ın Tanrı’nın Ölümü ve Kültür adını taşıyan çalışması bu bakımdan gözlerden kaçmamalı.

CELAL FEDAİ9 Ağustos 2018 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
‘Tanrı Öldü’ de dünya kültüre mi kaldı?
Batı düşüncesi, “Aydınlanma”nın yarattığı büyük değişime rağmen iç diyaloğundan pek az şey kaybetti. Bu yüzden de pek çok hususta olduğu gibi, bugünlerde Türkiye’de çok konuşulan bir mesele olan kültür mevzuunda da bizden daha açıklıkla meseleye yaklaşabilmektedirler. Batılılar için kültür, ara sıra kapısı, penceresi aralanan, açıldığında da dışarıdan şöyle bir bakılan metruk bir yapı değildir. Onlar o yapıyı zaten çoktan onarmışlar ve içinde yaşamaya devam etmektedirler. Biz ise maalesef kültürü, restorasyonu yapılsa da dışarıdan bakılacak ama içinde bir yaşantı oluşturulamayacak bir tarihi eser gibi görmeye devam ediyoruz. Kültüre dair yaklaşımlarımız onu sadece kendinden ibaret görmek şeklinde. Metruk yapıyı restore edince bizim için iş bitiyor. Oysa Batılı düşünürler kültürü dünyada olan biten hiçbir şeyden ayırmıyorlar. Terry Eagleton’ın Tanrı’nın Ölümü ve Kültür adını taşıyan çalışması bu bakımdan gözlerden kaçmamalı.
 
YAŞADIĞIMIZ ZAMANIN KÜLTÜRÜ
 
Eagleton için, sadece İngiliz edebiyatının değil günümüz Batı edebiyatının en önde gelen eleştirmenidir dense yeridir. İrlanda asıllı yazarın hemen her eseri dilimize çevrilmiş durumda. Dolayısıyla ülkemizde iyi bilindiği söylenebilir. Tanrı’nın Ölümü ve Kültür kitabı, onun diğer eserlerinden kuşkusuz izler taşıyor ama o, bu kitabında, çok açık bir şeyin altını çiziyor: Yaşadığımız zamanın kültürü, Tanrı’nın öldürülmesi sonrasında oluşan bir kültürdür. Şöyle diyor Eagleton: “Aydınlanma Aklı’ndan modernist sanata ne var ne yoksa, Tanrı’ya vekalet eden aşkınlık formları sunarak vaktiyle onun doldurduğu boşluğu kapama vazifesi üstlendi. İddiamın bir boyutu da bu vekillerin en maharetlisinin –kavramın dar değil, geniş anlamıyla- kültür olduğudur.” Türkiye’de konuşamadığımız açıklık tam da burada. Ockhamlı William’ın Usturasını kullanarak şu net soruyu sormak icap ediyor: Türk düşüncesi de Eagleton’ın ifade ettiği “Aydınlanma Aklı”nın peşinden giderek “Tanrı’nın ölümü” sonrasında onun yerine “kültür”ü mü ikame etmiştir? Eagleton, Batı dünyası için Tanrı’nın ölümü sonrasında onu yerini doldurmak isteyen naiplerden hiçbirinin ikna edici olmadığı görüşündedir. Ona göre kadir-i mutlak Tanrı’yı ıskartaya çıkarmak pek mümkün görünmemektedir. Zira kültür, dinin teori ve pratiği, seçkinler ile halkı, ruh ile duyuları birleştirme kabiliyeti bakımından dini yeterince taklit edememektedir. 20. yüzyıl siyasetinin en tartışmalı konularından olan “halkçılık’ı, bilgisinin onu bir türlü olgunlaştıramadığı üniversite akademisyenlerini aklımıza getirdiğimizde kültürün, dinin halkı olduğu kadar seçkinleri de olgunlaştıran gücüne sahip olamadığını derhal görürüz. Bu itibarla Eagleton’ın şu özetine dönmekte fayda var: “Din güçten düşmeye başladıkça, çeşitli işlevleri onun varisi olmaya can atanlar arasında kıymetli bir miras gibi bölüştürülür. Bilimsel akılcılık onun öğretisel kesinliğini devralırken, radikal siyaset yeryüzünün çehresini dönüştürme misyonunu miras alır. Estetik anlamda kültür, onun tinsel derinliğinin bir kısmını himaye eder.” 
 
TEMEL NEDENLERE DAİR SORU SORMAK
 
O halde bugün için kültürü konuşmak, Tanrı’nın yerini tutmaya çalışan sanat, siyaset ve bilimin, o ölümün tabir caizse hortlamasını engellemeyi de konuşmak demeye gelmemekte midir? Evet, kanımca olan budur. Bugün için en geniş anlamıyla sanatı, bilimi, siyaseti de içine alan kültürü konuşmak, öldüğü sanılan Tanrı’nın geri gelişini engellemeyi de konuşmak anlamına gelmektedir. Bunun bilincinde olmayarak kültüre dair yapılan her konuşma, Tanrı’nın geri gelişini engellemeye çalışmak gibi siyasi, ideolojik bir işlev yüklenmiştir. Geçtiğimiz günlerde Hece Yayınları’nca yayımlanan İletişim Çağında Kültür adını taşıyan James Jull’un yayına hazırladığı kitabın durumu gibi. Kitabı hazırlayan Jull da dahil yazıları bulunan hiçbir yazar, Eagleton’ın kavrayışına sahip değildir. Aksine pek çoğunun kültür konusunda görüşlerinin Darwinist olduğu da açıktır. Dünya, işler bu noktaya gelmiş ve bizler “iletişim çağı”na ulaşmışız. Şimdi bu çağa ayak uydurmak durumundayız. İletişim Çağında Kültür’ün görünümlerinin altında yatan temel nedenlere dair soruların hiçbirinin karşılığının aranmadığı bu çalışmanın Eagleton’ınkiyle birlikte okunması, Türkiye’de yayıncılık meselesine dair ibretlik bir durumu da ortaya koyuyor kanımca. Tanrı’nın ölümünün kültürün unsurlarınca ikame edilemediğini tartışan Eagleton’ın eserini yayımlayan, Marksist çizgisiyle dikkat çeken bir yayınevi: Yordam Kitap. İletişim çağında kültürün zıvanadan çıkmış görüntülerine entelektüel spekülasyon sağlayan İletişim Çağında Kültür’ün yayıncısı ise İslamcı olarak bilinen Hece Yayınları. Hangisinin yörünge sorunu yaşadığına varın siz karar verin...
 
Kuşkusuz dünyanın geçirdiği değişim sürecinin ve bugün geldiği noktanın gerçekten farkında olarak konuşan bir edebiyat eleştirmeni, düşünür olarak Eagleton’ın çalışması, gözlerden kaçmamalı ama hak ettiği eleştiriye tabi tutularak. Eagleton’ın, bugünkü dünyanın Aydınlanma düşüncesi sonrası Tanrı’nın ölümüyle oluştuğuna dair görüşü, esasen yeni bir şey değil. Kanımca yeni olan, onun bu olup biteni ifade etmek için en geniş anlamıyla “kültür”e işaret etmesi. Dolayısıyla kültüre dair düşündüğümüzde Tanrı’nın ölümünün süreçlerini ifade ettiğini akılda tutmak zorunluluğu var. Eagleton, Batı kültürünü, bir yandan Tanrı’yı öldürürken öbür yandan da tabir caizse “hortlatmak”la eleştiriyor: “Batı kapitalizmi, sadece sekülarizmin değil, aynı zamanda köktendinciliğin de doğumuna yardımcı olmuştur –takdire şayan bir diyalektik marifet. Tanrı’yı katletmiş olan Batı kapitalizmi, şimdi de yağmacı siyasetinden darbe yemiş hissedenler için bir sığınak ve dayanak olarak Tanrı’yı diriltmeye yataklık ediyor. (...) Kadir-i Mutlak’ın tabutunun çivileri, görünüşe göre, hiç de sağlam çakılmamış.” Bu noktada Eagleton da kendini tasvir etmenin çekiciliğe kaptırıp inanca ve inançlı insanlara bir antropolog gibi yaklaşıyor. Kapitalizme karşı ama Tanrı’nın geri gelişini de istemiyor. Onun da İrlandalılığı buraya kadar... 
 
DÜNYANIN RUHSAL BUNALIMI 
 
Eagleton’ın bu yaklaşımından öğrenebileceğimiz bir şey yok. Lakin fikirleri, kültürün Tanrı’nın ölümü sonrası geçirdiği aşamaları kendi açımızdan sorgulamamıza eşlik edebilir. Maalesef biz Türkiye’de, kültürü, bizim Tanrı’mızı öldürüşümüzün tarihi üzerinden eleştirmek noktasında değiliz. Türkiye, bir zamandan beri İslami tefekküre dönme cehdi gösteren bir ülke ve bırakın inananını en inanmayanın bile Tanrı’yı öldürmek meselesinde asla Batılılar gibi olmadığı malum. Türkiye’de tüm pozitivist vahşete rağmen İslam’ın Tanrı fikri hep canlı kaldı. Zira biz Batılılar ile aynı Tanrı’dan bahis açmıyorduk. 
 
İçinde bulunduğumuz dünya, ister Eagleton’ın ister Jull’un baktığı yerden bakalım, ruhsal bir bunalım geçiriyor. Türkiye, dünyadaki adaletsizliklere karşı, tarihi boyunca inandıklarını dönüştürüp siyasi bir alternatif olarak sunabilme noktasına henüz getirebilmiş değil. Ama kaderi onu buna zorluyor. Türk düşüncesinin böylesine mühim bir yolu yürüyebilmesi için, milletin güzidelerinden başlayarak Koca Yunus’un “Çıkmış İslam bülbülleri öter Allah deyu deyu” coşkusuna kavuşması gerekiyor. Batı’nın, işine gelmeyen her şeyi, “siyasal İslam” diyerek yaftalama eğiliminde olacağı bir gerçek. İşimiz zor ama kaderimiz bizden yana...