27 Nisan 2024 Cumartesi / 19 Sevval 1445

Alev Erkilet: Yeni yol haritaları oluşturmak gerek

“MÜSLÜMAN SİYASETÇİLER YÜKSELİRKEN, KÜRESEL SİSTEME BİR ALTERNATİF OLARAK İSLAMCILIK DÜŞÜNCESİNİ BESLEYEN MUHALİF DAMARLAR KURUDU. BU TEMEL BİR PARADOKSUMUZDUR.”

GÜLCAN TEZCAN14 Mayıs 2015 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Alev Erkilet: Yeni yol haritaları oluşturmak gerek

Türkiye'de sağ, milliyetçilik, muhafazakarlık ve İslamcılık konusundaki yazan, fikir üreten, akademik alanda yazmakla yetinmeyip aktivist kimliğiyle de düşüncelerini hayata geçiren değerli bir isim Alev Erkilet. Hacettepe Üniversitesi’nde 1996 yılında hazırladığı ve daha sonra kitaplaştırılan Ortadoğu’da Modernleşme ve İslami Hareketler adlı tezinin ardı sıra birbirinden önemli çalışmalara imza atan Erkilet’in kitapları Büyüyen Ay Yayınları tarafından yeniden okurla buluşuyor. Mazlum Doğu’nun Mağrur Çocukları ve Eleştirellikten Uyuma adlı kitapları yeni basımlarıyla raflarda yerini almışken biz de İslamcılığın dünü, bugünü ve son dönemde çokça tartışılan kamusal alan tecrübelerini Alev Erkilet’e sorduk.

Bugün İslamcılık denildiğinde anlaşılan kavram ile Ortadoğu'da Modernleşme ve İslami Hareketler kitabınızda ya da Mazlum Doğu’nun Mağrur Çocukları’nda Namık Kemal, Bediüzzaman, Sait Halim Paşa gibi isimlerin fikriyatı üzerinden tarihsel seyrini ortaya koyduğunuz İslamcılık aynı kavramlar mı?

Sorunuza iki farklı bağlamda cevap verilebilir. Öncelikle, İslamcılık akademik anlamda tanımlanmaya ihtiyaç duyan toplumsal bir olgudur. İslamcılık akımı ve onun eylemli bileşenleri olarak İslami toplumsal hareketler, sosyal bilimciler tarafından farklı yaklaşımlar çerçevesinde ele alınmış ve olguya ilişkin farklı tanımlar yapılmıştır. Ben, İslamcılığın, İslam’ın ideolojik değer ve hükümlerinin yani hukuki, ekonomik, siyasal, ailevi vb. konulardaki hükümlerinin toplumsal hayattan uzaklaştırılmasının Müslümanlar nezdinde yarattığı meşruiyet krizine bir cevap olarak ortaya çıktığını düşünüyorum. Bu krizin çözümüne dönük bir düşünceler ve eylemler bütünü olarak görüyorum. Sadece siyasal İslam’a indirgenmesine ve modern dönemde ortaya çıkmış modern bir ideoloji olarak ele alınmasına yönelik itirazlarım var. Gerek Ortadoğu’da Modernleşme ve İslami Hareketler adlı kitabımda gerekse Mazlum Doğu’nun Mağrur Çocukları’nda, İslamcılığı bu temel varsayımdan hareketle farklı coğrafyalarda ve dönemlerde aldığı farklı biçimler üzerinden analiz etmeye çalışıyorum. Zira Osmanlı son döneminin koşulları ile Cumhuriyet Türkiye’sinin koşulları, 1980’ler Türkiye’siyle 2000’ler Türkiye’sinin koşulları ya da Türkiye’nin koşullarıyla İran ve Mısır’ınkiler birbirinin aynı değildi. Bu kitaplarda, kesinlikle bir süreklilik ve bütünlük içinde ele alınması gereken İslamcılığın tarihi seyrini ve onun taşıyıcıları olan önderlerin/hareketlerin düşünce dünyalarını okuyucuyla paylaşmaya çalışıyorum. Bence süreklilik İslam düşüncesinin temelinde yatan Kuran ve Sünnetten, farklılıklar ise toplumsal koşullarla etkileşimden kaynaklanmaktadır ve bu çok zengin ve bereketli bir inceleme alanıdır.   

 

28 Şubat süreciyle siyasal İslam ciddi bir darbe aldı. İslamcılık 28 Şubat’tan nasıl etkilendi? 28 Şubat sonrası kamusal alana bakışımızda ve kendimizi konumlandırmamızda nasıl bir farklılık yaşandı?

Öncelikle İslamcılığın siyasal İslam olarak anlaşılmasına dönük itirazımı ifade etmek isterim. Zira İslamcılık sadece siyasal değil bütünsel bir iddiadır; toplumun tüm alanlarına dair bir yenilenme, çiçeklenme vaadeder. 28 Şubat sadece siyasi oluşumları değil, eğitimi, kadınları, bilimsel ve entelektüel yaratıcılığı, yeni bir medeniyet yaratma iddialarını vuran bir darbe olmuştur. Bence bu darbeyi en az hasarla atlatanın siyaset olduğunu söylemek yanlış olmaz. Çünkü kapatılan partilerin yerine yenileri kurularak siyasal mücadeleye devam edilmiştir. 28 Şubat İslami hassasiyetleri olan kadroları iktidara taşıyan bir manivela işlevi görmüştür; lakin aynı gelişimi toplumun diğer alanları için ya da toplumun tüm kesimleri için söyleyemeyiz. Örneğin okuma ve çalışma hakları ellerinden alınan başörtülü kadınların dışlandıkları alanlara “geri dönmesi” en az 15 yıllarını aldı. Pek çoğu içinse böyle bir dönüş bile mümkün olmadı. Ekonomide, siyasette, sanatta, bilimde 80’lerin sonu ile 90’ların başında görülen canlanma durgunluğa dönüştü. Müslüman siyasetçiler yükselirken, küresel sisteme bir alternatif olarak İslamcılık düşüncesini besleyen muhalif damarlar kurudu. Bu temel bir paradoksumuzdur.  

 

Yaşanan savrulmaya baktığınızda bunu nasıl açıklıyorsunuz? Eleştirellikten Uyuma başlıklı kitabınızda sözünü ettiğiniz kamusal alana bakışımız ve kamusal alanla ilgili taleplerimizdeki farklılaşma mı neden oldu bu duruma?

Türkiye’de modernlik, kamusal alana girişte konulan bariyerler aracılığıyla dayatılmış bir yaşam tarzıydı. Müslüman kadınları başlarını açmaya, erkekleri sakallarını kesmeye, her ikisini geleneksel ya da dini kıyafetlerinden arınmaya, seküler okullara gitmeye zorluyordu. Sürekli olarak dönüşmeye zorluyordu. Ben dışlandıkları ya da koşullu kabul edildikleri o kamusal alana girme çabasının Müslümanları bütünsel bir alternatif ortaya koyma ve o doğrultuda toplumu dönüştürme iradesinden uzaklaştırdığını düşünüyorum. Çünkü bu itiş kakış sırasında yasaklı kamusal alanın fethi merkezi ilgi alanı haline dönüştü. Müslümanları İslami bir topluma götüreceği düşünülen araçlar, örneğin okullar, partiler, şirketler, 28 Şubat’ın baskılarından korunmaya çalışılırken birer amaca dönüştü. Bunun çok temel bir anlam ve hedef kayması yarattığını düşünüyorum. Çünkü baskılanan şirketlerin ya da kapatılan okulların ve partilerin yerine yenilerini kurup yola devam edebilirsiniz ama onları fetişleştirir ve ayakta tutmak için temel değerlerden taviz verirseniz, sonrasını toparlamak daha zor olacaktır.  

 

İktidar ve para karşısında İslamcılığın direncini kaybetmesinin ve İslamcıların seküler olanlarla benzeşmesinin nedeni nedir?

Zaman içinde kaybedecek çok fazla şeylerinin olmasıdır. Sosyolojide devrimci potansiyellerin kontrol altına alınmasında orta sınıflaşma çok önemli bir bariyer olarak düşünülmektedir. Marx’ın devrimin temel tetikleyicisi olarak düşündüğü sefilleşme ya da proleterleşme işçilerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeylerinin kalmadığı bir noktaya işaret ediyordu. Türkiye’de de, İslam düşüncesinin dünyevi eğilimleri ve kurumların fetişleştirilmesini sınırlandırması beklenirken, benzer süreçlerden sonra dünyevi olan İslami düşünceye sızarak onu dönüştürmüş ve devrimci idealleri muhafazakârlaştırmıştır. Bu da İslam’ın kapitalist ve sosyalist sistemlerin yerine önerdiği ‘üçüncü yol’un inşası çabasından uzaklaşmayı getirmiştir. İslam’ın özsel ve sistemik iddialarından uzaklaştıkça, muhafazakâr yaşam tarzlarının dayatılması eğilimi artmaktadır. Oysa İslamcılık, muhafazakârlık, içine kapanma, ötekini dışlama ya da mezhepçilik demek değildir. Aksine, tarihsel seyri boyunca bunlara karşı mücadele etmiş ve öncelikle geleneksel dinsel akımların özeleştirisi üzerine kurulmuştur.

 

İslamcılığın tarihsel sürecini doğru okumak ve değerlendirmek yapılan yanlışlardan geri dönülmesini sağlayabilir mi?

Ben bugün İslam dünyasında olup bitenlerin İslamcılığa, İslamcılığın da siyasal İslam’a ve giderek İslam adına şiddete endekslenmesinin çok temel bir hata olduğuna inanıyorum. Bu İslam dünyasının küresel sisteme karşı yükselttiği eleştirileri silikleştirmek ve hatta İslam’ı bir alternatif olmaktan tümüyle çıkartmak yönündeki kuşkulu eğilime su taşımaktan başka bir anlama gelmiyor. Zira hatanın İslamcı düşüncenin doğasında bulunduğu yönündeki algıları pekiştiriyor ve sizin söz ettiğiniz o tarihe ve literatüre sırt çevirmeye neden oluyor. Oysa tam tersini yapmak ve tarihsel arka plana ve literatüre yeniden ve yeniden eğilmek ve onu akıl ve özeleştiri süzgecinden geçirerek yeni yol haritaları oluşturmak gerekiyor. Özetle sorunuzun cevabı evettir. Hem de güçlü bir evet.

 

Müslümanların kamusal alan tecrübesi ve giderek sekülerleşmesi hep kadınların görüntüsü ve tüketim alışkanlıkları üzerinden değerlendiriliyor. Sekülerleşen sadece dindar kadın mı yoksa Türkiye’deki dindarların hayat algısı mı?

Ben kendi adıma sekülerleşmeden ziyade kapitalist dünya-sisteme eklemlenme terimini tercih ediyorum. Sekülerleşme deyince Türkiye’de insanların zihinlerinde daha ziyade üst-yapısal, yaşam tarzlarıyla alakalı mevzular çağrışıyor. Bunlar da daha çok kadınlar üzerinden ele alınıyor. Oysa yaşam tarzları açısından giderek gelenekselleşirken sınıflı topluma eklemlenmek, eşitsizliklere alışmak hatta onları sever hale gelmek, kentlerin çok sınıflı, çok etnikli ve çok-dinli ama ısrarla “İslami” olan doğasını değiştirip onları küresel kentler hiyerarşisi içindeki rolüne göre dönüştürmek, doğal çevreye ve içindeki tüm yaratılmışlara karşı giderek duyarsızlaşmak, betonu fetişleştirmek mümkündür ve bu çok ciddi bir tehdittir. Özetle söylemem gerekirse ben kadınların sekülerleşmesi dediğiniz meseleyi de sosyal adalet, tabakalaşma, sınıflaşma, kapitalist örüntülere eklemlenme açısından ele almaya çalışıyorum ve bu süreç erkeklerden kesinlikle bağımsız değildir. Hatta erkek egemen bir bakış açısıyla kadını erkeğin/eşinin servetinin bir göstereni olarak yeniden kurgulayan muhafazakârlaştırıcı bir sürecin parçasıdır. Bu süreçleri bütünsel olarak masaya yatırmak gerekir.

Modernleşme ve İslami Hareketler

Mazlum Doğu’nun Mağrur Çocukları

Eleştirellikten Uyuma

Alev Erkilet

Büyüyen Ay Yayınları