27 Nisan 2024 Cumartesi / 19 Sevval 1445

Kirlenmiş hafıza sanat ile arınır

Alternatif, estetik ve entelektüel müzik belgeseli Etno Ritm’in yönetmeni Ömer Beyoğlu, başta müzik, şiir ve diğer sanatları toplumsal kodların gizlendiği yer olarak görüyor.

Yahya Kurtkaya19 Şubat 2013 Salı 07:00 - Güncelleme:
Kirlenmiş hafıza sanat ile arınır


TRT ekranlarında kültürlerin aynası olan müziği yakın plan bakan Etno Ritm adında güzel bir belgesel var. İçeriği geleneksel müzik tarihi belgeseli olarak belirtilmiş,  fakat hiç kuşku yok ki belgesel bundan çok daha fazlası… Alternatif, estetik ve entelektüel bir çalışma olan Etno Ritim’in metin yazarı ve yönetmeni, aynı zamanda Viyana’da felsefe ile meşgul olan Ömer Beyoğlu ile inceliklere açılan bir söyleşi; Buyurun…


 


Yahya Kurtkaya:


Sevgili Ömer Beyoğlu, öncelikle böyle nitelikli bir çalışmayı bizlere ulaştırdığın için teşekkür ederek başlamak istiyorum. Kişinin meşgul olduğu şey, özellikle sanat ise her şeyden önce bir teşekkür bekliyor. Sanat ve türevi meşgalelerin günümüz dünyasında maddî karşılığının neredeyse olmaması, olanların da belli gereklilikleri taşıması zorunluluğu’, az önceki cümlemdeki vurguyu ‘her şeyden önce’ terkibine çekiyor. Bu yüzden izleyiciler adına da teşekkür ediyor ve müsaadenle ilk soruda müzik ve hafıza ilişkisine değinmek istiyorum. Müziğin toplumlar için hafıza rolü teşkil etmesi ne demek oluyor? Aynı şey mesela şiir ya da roman için de aynı derecede geçerli mi?


 


Ömer Beyoğlu:


Bize bir insanlık tarihinden bahsediliyor. Çok katmanlı ve organik bir şeyden… Tarihin bize anlatıldığı gibi olduğu gerçekliğinden nedense çoğumuz emin durumdadır. Tabii bir de gelecek tasarımları söz konusu. İdealize edilen geleceğe de çoğumuz yani dünyanın önemli bir kısmı inanıyor gibidir. Bu noktada kitleleri yönlendirenler, kendi tasavvurlarını dünyaya kabul ettirmek isteyenler için toplumsal hafıza çok işlevsel bir etkiye sahip. Bugün dünyanın önemli bir kısmının belleği manipülasyona açık durumda. Çünkü bütün dünya Batı medeniyetinin etkinliği karşısında adeta savunmasız haldedir. İnsanlığın hafızası zorla ya da rızalı olarak sunulan gelecek tasarımları için kirletilmektedir.


 


Durum bu. Peki, böyle bir zamanda kime/neye güvenebiliriz? Bu noktada kim olduğumuzu anlamak istiyorsak yani kimliğimize, ne olduğumuza dair bir sarahat yakalamak, geldiğimiz yerin neresi olduğu belirten bir izlek temin etmek istiyorsak dönüp sanat eserlerimize bakmalıyız diye düşünüyorum. Çünkü hakiki sanat eserleri doğduğu yerin hakikatinden beslenirler ve bize gerçek diye sunulanla hakikati birbirinden tefrik edebileceğimiz yeri işaret ederler. Bu bütün dünya için geçerli olan bir şey. Sanatçıların çoğu toprağını, milletini seven insanlardır. Beslendikleri şeyin kıymetini en iyi onlar bilirler... Tabii burada birey-toplum ilişkisinde altını çizmemiz gereken bir husus var ki o da Ben’in inşasının Biz’den ayrı olmadığıdır. Bu da meselenin önemli bir başka veçhesi. Yoksa insan tek başına köksüz, irtibatsız ne ifade eder? İsimlerimiz dahi bir başkası içindir. Biz kimliğimizi insanlarla ve diğer şeylerle bir diyalektik içinde inşa eder, ‘Ben ve Biz’ oluruz. Bu noktada kim olmak istediğimiz sorusu da kime, neye dikkat ettiğimizle cevaplanmış olur. 


 


Soruna dönersek, evet müzik de diğer bütün sanat türleri gibi hafızanın saklı olduğu yerden beslenir. Mesela Yunan etkisinden ve bilhassa asırlarca sürmüş Türk hayatının mutlak etkinliğinden dolayı Bulgarlarda bu böyledir. Bulgarlar milli varlıklarını şehir hayatına hâkim olan idareden ancak taşrada, dağlarda kalarak sadece müzik ile koruyabilmişlerdir. Bulgarların halk türkülerinde en çok Türklere karşı savaşan kahramanlarının hikâyesi anlatılır. Bugün Sofya’ya, şehir hayatına geri dönen bir Bulgar unsurundan bahsediyorsak, bu en çok da müzikleri sayesindedir. Ukraynalılar da Rus etkisindeki kimliklerine alternatif bir geçmiş aradıklarında sadece Kobzar denilen, dağlarda gezinen ozanları bulabilmişlerdir; fakat Ruslar milli kimliklerini inşa ederken en çok edebiyattan, romandan beslenmişlerdir. Puşkin’i hatırlayalım… Bizim besin kaynağımız ise şiirdir. Milletimizin hafızası şiirdedir. Var olduğu söylenen antik Türk tarihini devletten başkası bilmez ama Yunus Emre’den beri şiirle tevarüs eden milletimizin hafızasındadır. Kimliğimizin kodları orada kayıtlıdır. Mevlana’nın ‘geldiğim yerden ayrılmasaydım belki sadece bir filozof-düşünür olurdum ancak bu topraklarda şair oldum’ dediği rivayet edilir.


 


Y.K.

Toplumların yaşadıkları coğrafyanın bırakalım giyim kuşamlarını dillerine, alfabelerine kadar insanları etkiledikleri söylenir. Etno Ritim vesilesiyle Doğu’dan Batı’ya pek çok coğrafyayı gezmiş bir yönetmen olarak sormak istiyorum sana: Bu farklılıklar, toplumların müziklerinde net çizgilerle karşılık buluyor mu? Müzik belgeseli, bu manada toplumların karakterlerini de okumaya çalışıyor mu?


 


Ö.B.

Kuşkusuz insanın kaderinde içine doğduğu dünyanın coğrafi şartlarından etkilenmesi de bulunuyor. Biz hem seçemediğimiz anne babamızla, hem de kültürümüzle, dilimizle, coğrafya ile imtihan oluruz. Önce biz onlardan etkileniriz, sonra onlar bizden. Anne babalarımızı değişemeyiz ama insan olarak kendimizi inşa ederken diğer -her şeyi- tercihlerimiz doğrultusunda yenileyebiliriz. Yaşamı canlı kılan nokta herhalde budur. Sanat eserlerinin de böyle bir diyalektik gerilimden, ilişkiden beslendiğini söyleyebiliriz.


 


Müzik elbette doğduğu coğrafyadan etkilenir. Bilinen bir örneği hatırlatayım: kuzeye, soğuğa gittikçe melodi; güneye, sıcak memleketlere indikçe de ritim öne çıkar. Yine kuzeyde söz sadedir, güneyde ise edebi. Bu ayrımlarda coğrafyanın, iklim şartlarının etkisi belirleyicidir. Coğrafyaya bir örnek de bizim ülkemizden vereyim. Mesela Trabzon’un müziği çok elektriklidir ama kuş uçuşu yakın mesafede olan Gümüşhane’nin müziği sanki topraklama yapmış ve rahatlamış gibidir. Neden? Çünkü iki şehir arasında iklimi birbirinden keskin bir şekilde ayıran Zigana dağları vardır. Bundan dolayı Trabzonlular denizle dağ arasında sıkışıp kaldığı için enerjiktir, gergindir; Gümüşhaneliler ise çıplak düzlüklerde, dağlarda toprakla irtibatta kalabildikleri için dingindir, mülayimdir. Tabi bu farklılıkta o toprakların Müslüman olmadan öncesine uzanan etkiler de söz konusudur ki bu uzun bir antropolojik detaylandırma olur.


 


Bir doğu batı ayrımı yapabilmek ise ne derece mümkün bilmiyorum. Gördüğüm şey artık bütün ayrışma noktalarının ya da herhangi bir şeyi farklı kılan neyse o hususların giderek silikleştiğidir. Sadece doğu batı meselesi değil,  bütün dünyadaki geleneksel hayat, moderlikle kuşatılmış, örtülmüş durumda. Şehirleri, memleketleri, kültürleri birbirinden ayrıştıran şey neyse, modern dünyada pazar olabildikleri sürece varlıklarını sürdürebiliyorlar. Dünya bugün adeta Amerika’ya rağmen Amerikanlaşıyor gibi. Müzikte ve her şeyde gördüğüm, anladığım budur. Nietzsche, “Değişimi en hızlı müzikte fark ederiz.” diyor. Tabi değişimin hangi istikamette olduğunu da… Amerika’yı burada bir ülke olarak değil de, bu çağda yeniden Babil kulesini inşa eden ve giderek göklere yükselme arzusuyla başı dönen bir yaşam tarzı olarak anlayabiliriz. Babilliler’in niyetiyle göklere ulaşmak için her şeyi ayakları altına alabilen insanların dünyasıdır Amerikan yaşamı.


 


Y.K.

Belgeselde şöyle bir söyleyiş var; daha doğrusu soru var. Bu soruyu yönetmen oluşunun yanında aynı zamanda bir felsefeci olarak sana yöneltmek istiyorum ben: “Geleneksel müzik, her şeyin hızlandığı, çağın ruhunun (Zeitgeist) ‘yabancılaştığı’ bir zamanda antropolojik veriler sunmanın ötesinde ‘bize’ ne söyler? Kültürlerin, tarih içinde yitirilmeden gelen derin sesleri olan geleneksel müzik ‘bizim’ için ne ifade eder?”


 


Ö.B.

Bir toplumu diğerinden ayıran hususiyetlerin görünür olanını herkes bilir. Görünmeyenini ise bazıları bilir ki onlar da o toplumun sanatçıları ve düşünürleridir. Yahya Kemal şiirinde bir sırra işaret etmektedir: ‘Çok insan anlayamaz eski musikimizden Ve ondan anlayamayan bir şey anlamaz bizden.’ Yahya Kemal bilen biri olarak açık etmiş meseleyi. Görünmeyeni milletin fertleri hisle, sezgiyle, karakterini teşekkül ettiren kodlarla bilir. İşte biz de başka toplumların kim olduklarına dair işaretleri bu yolla müzikten alabiliriz.


 


Tabi burada meseleye kurgu isimler üzerinden bakmamak gerekiyor. Yani biz Yunus Emre Oratoryosu üzerinden sadece icbar edildiğimiz şeyi anlayabiliriz. Ama onun çağdaşı Bela Bartok ise bize yapıp ettikleriyle Macar karakteri hakkında sahici bir bilgi sunabilmektedir. Adnan Saygun, İbrahim Hakkı Hazretlerinden haberdar olmayınca ortaya ancak böyle eklektik bir eser koyabilmektedir. İbrahim Hakkı, ‘’müzik, feleklerin nağmeyle hareketidir’ der. Bir cümlelik tanımdan bile bu toprakların insanının hakikati ve sözün söylendiği zamanın ruhu için bir şeyler öğrenebiliriz de, devletin parasıyla Yunus’a batıdan bakan birinden öğrenemeyiz maalesef.


 


Y.K.

Belgeselde konu edinilen şey geleneksel müzik. Nedir geleneksel müzik?


 


Bu müzik türünün ne olduğuna dair birçok tanım yapılmış. Ben şunu söyleyebilirim: Geleneksel müzik, bir yere mahsus yaşama biçiminin ürettiği bir müzik türüdür. Bir yaşama biçiminin neticesi, doğduğu toprağın sesidir. Bu noktada mesela türkülerimiz Türkî formu, yani Türk yaşama formunun ürettiği müzik olmasından dolayı geleneksel müziğe iyi bir örnektir.  Türkü bizim geleneksel müziğimizdir.


 


Türkülerden bu toprağın insanının karakteri hakkında birçok bilgi edinebiliriz. Mesela bildiğimiz formuyla geçmişi belki Beylikler döneminin biraz daha öncesine uzanan türkülerimizde acı kararındadır, neşe ise tadında bırakılır. İnsanımız acılarını unutmak eğilimdedir. Çünkü kaza ve kader Allah’tandır. Hilkatte kusur yoktur ve olan bitende hayır vardır. Bu yaklaşım türkülerimizde mündemiçtir. Ancak başka bir örnekte, komşumuz İran’ın halk ezgilerinde çok ağır bir melankoli vardır. Bunun da Şiiliğe dayanak olan tarihsel hadiselerle ve antik Fars tarihine uzanan bir geçmişle irtibatı bulunmaktadır. Yani müzik ait olduğu toprağın karakterine ve kaderine dair bünyesinde birçok farklı okuma imkânını barındırmaktadır. 


 


Geleneksel müzik, her şeyden önce bir geleneğin müziğidir. Canlı olan bir yaşama tarzından, bir tasavvurdan beslenir ya da ölmüş bir gelenekten haber verir.  Geleneğin kimliğini açık eder, renklerini belirler. Bir milletin bugün ve tarihte nerede durduğunu tespit eder, yaşam alanının sınırlarını çizer… Platon, ‘müziğin durumu ile ülke sınırlarının akibeti ilişkilidir’, demiştir.


 


Y.K.

Farklı coğrafyalarda yaşayan toplumların, kendi tarih damarlarından beslenen yerel müziklerinin olduğunu kabul ediyoruz. Bunda sorun yok. Ancak söz gelimi bir Sevdalinka ile Tarantelle arasında tırnak içinde evrensel bir bağ yok mu? Ortak bir ses, mesela? Ya da bunu evrenselliği bu gün birkaç ay içerisinde 1 milyar izleyiciye ulaşan Gangnam Style isimli şarkıda aramak sence ne kadar makul?


 


Ö.B.

İnsan hakikat karşısında tektir, parçalı değildir. Parçalı olan tasavvurlarımızdır. Hepimiz aynı gökyüzüne bakıyoruz. Mesele gökyüzüne Peygamber gibi bakıp bakmadığımızda. İnsan öleceğini bilen yegâne canlıdır. İnsanın bir trajesidisi varsa eğer o da ölümün bir gün kendisini bulacağından haberi olmasıdır. Bugün dünyada 7 milyar insan yaşıyormuş, bu insanların hemen hiçbiri 60-70 yıla kadar kalmayacak. Durumumuz bu.


 


İki müzik türü arasında bir tasavvur farkından söz edebiliriz ama söyleyenin insan olması açısından mesele evrenseldir. İnsanlar ancak hakikate karşı konumlarıyla birbirlerinden uzak düşerler ama söylenen söz hakikate olan yakınlığı ya da mesafesi dolayısıyla evrenseldir. Ben Beethoven’in 7. Senfonisini, bilhassa Furtwaengler’den olanını o kadar çok dinledim ki İsmet Özel’in dediği gibi Beethoven gibi birinin yaşadığına inanamıyorsunuz. İnsanlığı yukarı çeken bir eser o… Ama bu eserdeki ses artık canlılığını yitirdi ve biz bugün sadece bu eserden bile 2. Dünya harbinde Almanların neyi kaybettiğinin dökümünü çıkarabiliriz. Kaybedilenin yalnızca bir savaş olmadığını, bir tasavvurun parçalanmışlığını, Avrupa aydınlanmasına üflenen Alman ruhunun yok edildiğini anlayabiliriz. Alman idealizminin sesidir bu müzik. Anglo Sakson belirleyiciliğe itirazın ses bulmuş halidir.

Bizim Dede Efendi, Zekai Dede veya Itri de çok yüksek sanatçılardır ve biraz önce dediğim manada tam olarak evrenseldirler.


İsmini zikrettiğin şarkı ise Uzakdoğu toplumlarının ve genel olarak dünyanın durumu hakkında hiç de iyi şeyler söylememektedir.


Y.K.


Viyana’da yaşayan biri olarak sormak istiyorum bu soruyu sana: Avusturya’nın müzik tarihindeki önemi nereden gelmektedir? Belgeselin özellikle Orta Avrupa bölümlerinde izleyiciye sıklıkla verilmek istenen bir mesaj var Avusturya ile alakalı? Bu mesaj tam olarak nedir? Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun Orta Avrupa’daki siyasî nüfuzu bu bölgenin sanatına neden ve nasıl tesir edebilmiştir?


Ö.B.

Avusturya bölümünü çekerken bir profesöre sormuştum, Alman kimliği ile ayrışmanız tam olarak ne ölçüdedir diye. O da bu meselenin 2. Dünya Harbi’nden (eskiler bu savaşa Alman harbi derler) sonra kesin bir karara bağlanıp kapatıldığını belirtmişti.


Avusturyalı kimliğini, varlığını Habsburg hanedanına borçludur. Bundan dolayı Avusturyalılık biraz Viyanalılıktır. Bu hanedan orta Avrupa’nın kaderinde çok belirleyici olmuş. Mesela vaktinde bizimle sınır oldukları için, Müslüman baskıya direnişin merkezi unsuru olarak Katolik’te ısrar etmeleri ve Katolik olarak kalmaları da bu hanedan eliyledir. Yine Alman topraklarında yaşanandan uzakta kalmaları da, yani Almanlaşamamaları da bunlardan dolayıdır. Avusturyalılık Çeklerin, Hırvatların ve başka birkaç unsurun da dâhil olmalarıyla teşekkül etmiş eklektik bir kimliktir. Avusturyalılık adına sıralanabilecek hemen her şey Habsburluların eseridir. Bu işin bir veçhesi.


Bir de Habsburglular gerçek aristokratlardı ve onların döneminde bu topraklarda insan sayılmanın manası neredeyse mavi kan sahibi olmaktan geçiyordu. Bu sebepten dolayı gelişkin bir halk kültürü ve dolayısıyla müziği Avusturya’da ve vaktinde Avusturya’nın idare ettiği hiçbir yerde yoktur. Evet, bir şey var muhakkak ama o da Mozart’ın çıktığı iklimin ürünü değil ve kalitesini de taşımıyor. Bunu klasik müzikle halk müziği arasında kıyas yapılamayacağının farkında olarak söylüyorum. Yani bizde de gerçek bir klasik müzik vardır ama bunun yanında gelişkin bir halk kültürümüz de bulunmaktadır. Karacaoğlan’ımız, Köroğlu’muz var mesela. Yunus Emre ise Türk Milletinin kutup yıldızıdır ve her iki kaynağın(klasik ve halk) başında olan adamdır.    


Y.K.

Belgeselin muhtelif bölümlerini izlerken sanırım pek çok izleyicinin aklından şu soru geçmiştir: Doğu nerede biter; Batı nerede başlar? Bu sorunun müzik tarihi üzerinden bir cevabına ulaşmak mümkün mü?


Ö.B.


Belki bundan elli yıl öncesine kadar Hint, Çin ve eski İran’a dair kalıntılar belki doğu idiler. Ama artık doğuyu doğu kılan şey batının etki alanına girdikçe bu silikleşiyor sanki. Bunu aktüel duruma ilişkin söyledim.


Müzik üzerinden dediğin şey mümkün çünkü en azından bundan öncesinde doğu ile batıyı birbirinden ayıran ne ise o dönemlerin eserleri hala elimizde. Klasik Türk müziği, Klasik batı Müziği ya da Pentatonik Çin Müziği vb. bize bununla ilgili veriler sunmakta, doğu ile batıyı, kuzey ile güneyi birbirinden ayırmaktadır. Daha lokal bir örnek olarak da şunu söyleyebilirim. Balkan toprakları üç etki alandadır. Türk, Avusturya ve Rus. Bu etki alanlarının kesiştiği yerlerin tam olarak belirlenebilmesi de ki buralar sosyal hayatın da kesiştiği yerlerdir, müzik üzerinden mümkün olabilmektedir. 


Y.K.

Bosna bölümünde dikkatimi çeken bir husus vardı. Bu bölüm Ezan’la başlıyor ve yoğun olarak Ezan’a dair bilgiler aktarılıyor. Ezan’ı müzik olarak değerlendirebiliyor muyuz? Ya da Ezan’ın Bosna için hak ettiği anlam başka bir boyuttan mı geliyor?


Ö.B.

Etno Ritim’de en sevdiğim Bosna bölümüdür. Bosna Hersek bize benzeyen başka bir yer değil, bizden kalanların yeri, dolayısıyla bizim yerimiz. Seviyorum Bosna’yı. İmkân buldukça da gitmeyi arzuluyorum.


Bir Avrupa şehrinden İstanbul’a geldiğinizde Müslüman şehrine geldiğinizi en dolaysız hissettiren ezandır. İstanbul ezanın merkezi; Bosna Hersek ise, belgeselden alıntıyla ‘neyin kaybedildiğini hatırlatan en uçtaki bayrak’ gibidir. Belgeselde de yer alan Boşnak sanatçı Damir İmamoviç ezanın müzikal etkisi ile ilgili şöyle demişti: “Ezan radyolarda sürekli çalınan hit şarkılar gibidir, günde beş defa duyarsın. Bu da Müslüman hayatını, Müslüman sanatçının dünyasını daima canlı tutmaktadır.” Ezan Bosnalıların aldığı nefes gibidir. Yetimdir Boşnaklar. Avrupa’nın ortasında yalnızdırlar. Vaktinde bizim askerler oradan çıkarken ağlayarak ‘bizi bırakıp nereye gidiyorsunuz?’ diye sormuşlar… Bosnalılar kimliklerini ancak Müslümanlıklarını belirginleştirdikçe diğer etnik unsurlardan ayrıştırarak koruyabilirler. Boşnak’ı bir Sırp’tan ya da Hırvat’tan ayıran biricik husus Müslümanlıklarıdır. Ancak şu da hatırlanmalıdır ki Sırplar Boşnakları öldürürken onları Türk sayıyorlardı.


Y.K.

Müzik tarihi, siyasal tarih, kültür tarihi, tekstil tarihi, suyun tarihi vs. Müziğin tarihiyle diğerlerinin bir ilgisi var mı hakikaten?


Ö.B.

Hayatımızda olan biteni anlamamızı kolaylaştırıyor gibi görünen kategorizasyonları ne kadar ciddiye almalıyız? Zihni yapımızı kategorilerle tasnif eden kimdir? Bugün biz neyi konuşuyorsak sosyal Darvinizmin etki alanında kategorize edilen kavramlarla konuşuyoruz. Atamızın maymun olup olmadığı iddiasını çok ciddiye alırız ama spekülasyona açık bir alan olan hayatımızda nelerin aleyhimize şekillendiğini pek konuşmayız maalesef. 3. Dünya ülkeri vardır, renk skalası belirlenmiş ırklar vardır, Hint Avrupa dil grubu vardır vs. Niçin, kime göre? İbn Haldun ya da İbn Batuta’yı Arap kültür dünyasının bir verimi olarak değil de ten renklerine göre mi konuşacağız? Bir Fransızı bir Almandan ayıran ırk mıdır ki biz de bunu dikkate alacağız? Ali Ufki ya da Abdulkadir Meragi’yi nereli sayacağız? Ukrayna Rusça’da ne anlama geliyor bilmek lazım. Puşkin olmaksızın Ukraynalı’yı bir Pololnyalıdan nasıl ayıracağız? Yani bu soruları geçerli olan paradigmayı yerinden edene kadar çoğaltabiliriz sanıyorum. Tabii müziğin de bu paylaşımda yeri belirlenmiştir, tıpkı ekonomiler, diller, haritalar vb gibi.


Hz Ali: İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı der. Çoğaltılan şeyin ne olduğunu tam bilemiyoruz ama tarih tektir ve müziğin hikâyesi de diğer her şey gibi bizim hikâyemizden bağımsız değildir. Ortega Gasset’in bir sözünü hatırlatmak isterim: ‘’insanın özü yoktur, yalnızca tarihi vardır.’’ Bu tarih insanı tecessüm ettiren, görünür kılan yekpare bir şeydir herhalde… Bir iki örnek vereyim. Artık Mozart neden çıkmıyor? Çünkü Mozart’ı var eden hayat geride kaldı ve o hayatın bekçileri Habsburg’lar da tarih sahnesinden çekildiler. Bu siyasal tarihle ilgili ya da bizim türkülerimizde artık kimse dağlarla dertleşmiyor ve kimse dağa açmıyor yüreğini, çünkü helikopterle üzerinden geçtiğin dağa artık ‘aynı yerden‘ bakamazsın. Bu da galiba teknoloji tarihine giriyor.


Y.K.

Peki ya bu topraklar, Türkiye? Burada nedir durum?




Ö.B.

Bu toprakların manası bana göre ne resmi ideolojinin, ne de alternatif tarihçilerin anlattığında izahını bulmaktadır. Türkiye dünyanın biricik umududur diye düşünüyor, inanıyorum. Bu en iyi Kapıkule’den çıktığınızda emniyet duygusu sizi terkedince anlaşılır. Söylediğim, asayişle ilgili bir şey de değil. Tabi o da var ama terkedilen daha var oluşsal bir veçhe… Kuşkusuz ‘sınırdan’ hangi kafa ile çıkıldığı önemlidir.


Türkiye’de müziğin niteliği (halk ve klasik müziğimizin) bu milletin değeriyle koşuttur ki bence musikimiz başka hiçbir dünya müziğiyle kıyaslanamayacak kadar yukarıdadır. Musikimiz Bezm-i elest ile ahiret arasında okunmuş, yükselmiş bir dua gibidir. İnsanın hakikatini trajediye bağlamayan, ‘yabancılaşma’ efektiyle karartmayan, fakat korku ile ümit arasında duran titrek bir dua gibi… Türk musikisinin sesinin derinliği dışarıya kapalıdır, içeriden ise baş döndürür. 


Ancak burada batı klasik müziğini diğerlerinden ayrı tutmak gerekir. Onun değeri batı insanının hakikati arayışındaki sahicilikten beslenir ki kıymetini buradan kazandığının altı çizilmeli.


Y.K.

Bugünkü müziğimiz ne durumda?


Ö.B.

Bunu uzun uzun konuşmak gerek. Kısaca şunu diyeyim. Dünyanın gittiği yöne gidersek, ‘müziğimiz‘ diye bir şey kalmaz. Bizi millet yapan şey neyse ‘sesimiz‘oradadır. Yüksek katlı evlerde türkü yakılmaz, konformist endişelerle dolu yürekten hakikat sadır olmaz, adamlığın ölçüsünün uzun cv‘lere bağlandığı bir zamanda kimselerden sahici sanat çıkmaz. Para ve geleneksel hayatımız birbirine karşıttır. Müziğimizin ne durumda olduğunu millet hayatımıza bakarak anlayabiliriz.


Y.K.

Biraz belgeselin dışından; ama aynı kanaldan bir soru ile devam etmek istiyorum. Bugünün modern dünyasında her şey gibi müziğin de hızlı şekilde yayılması söz konusu. Mesela RAP denilen müzik… RAP müziğinin bugün Türkiye’de ve benzer pek çok yerde kolayca karşılık bulup türetilip-tüketilmesini üzerine sesli düşünebilir miyiz biraz?


Ö.B.


Dikkatimizden kaçan şey çevremizde olup bitenlerin dünyada olan bitenden bağımsız olmadığıdır. Bugün bütün dünya bir yaşam tarzı ideolojisine maruz bir hayatı yaşıyor maalesef. Bir doğu batı ya da medeniyetler karşıtlığından söz etmek neredeyse imkânsız çünkü uzak batıda cereyan eden şeyin aksülameli bütün dünyada karşılık buluyor. Bu yalnızca ekonomik parametrelerle gözlemlenen bir şey değil üstelik. Müzikte de bu böyle.


Uluslararası ödüllendirmelerin mantığında da hem ödül verilen şeye ait mentalitenin onayı, hem de tektipleşmeye rıza gösterenlerin yeni şeyler için teşvik edilmesi söz konusu.


Bugün dünyanın farklı yerlerinde çekilen filmlerin sayısındaki artış da bana kısmen aldatıcı geliyor. Uzak doğu filmlerinde insanlar Amerikalılar gibi hikâye anlatıp, kendi ülkelerini plato gibi kullanıyorlar. Dünya müziği denilen şey üzerinden de benzer bir şeyi söyleyebiliriz. Bence Rap, metal ya da Shakira, Pitt Bull vb. tarzı müzik yapmak demek Amerikan sesinin etki alanında yaşanan hayatın sesini yükseltmek demektir.


Y.K.

Fragmanda müzik bile evrensel değildir deniliyor?


Ö.B.

Aslında insana mahsus her şey evrenseldir ancak biz bugün anlaşmamızı zorlaştıran bir dile sahibiz ve giderek anlaşmayı tümden imkânsızlaştıracak bir zamanı yaşıyoruz maalesef.  Birçok mefhumu biz tanımlamadık ve tanımlananlar üzerinde de millet olarak ittifak halinde değiliz. Yani evet, evrensel olan yalnızca insan olarak varlığımızı anlamlı kılan şeydir ama ben evrensel kavramının yaygın kullanımındaki anlamından rahatsız olduğum için bunu demeyi tercih ettim.


Y.K.

Türk halk müziği ile Avrupa’daki halk müzikleri arasındaki en bariz fark nedir? Tabi Avrupa gerçekten bir bütünlük arzediyor mu diye de eklemek gerekiyor.


Ö.B.

Türkiye bugün resmi olarak kendini nasıl tanımlarsa tanımlasın Müslümandır, batı ise değildir. Bütün her şeyi (düşünceyi, edebiyatı, mimariyi, musikiyi) buradan bakarak doğru olarak yerleştirebiliriz diye düşünüyorum. Genel olarak şu denilebilir: Avrupa müziğinde diğer her şeylerinde olduğu gibi ya Hıristiyanlık ya da Modern bir etkiden söz edilebilir. Bizde durum başkadır. Meselenin izahı hem yalın, hem de çok katmanlıdır.


Y.K.

Belgesel çekimlerinin oldukça zorlu geçtiğini düşünüyorum. Çekimler esnasında yaşadığın, seni oldukça etkilediğini düşündüğün bir hatırayı paylaşmak ister misin bizimle?


Ö.B.

O kadar çok şey var ki, en iyisi bütün bu işlerin başlangıcını anlatayım. Ben de senin gibi imam hatip mezunuyum. Bitirdiğim yıl puanları kestiler ve yerleşemedim üniversiteye. Bildiğimiz şeyler. Bir süre ortaokul yıllarımdan beridir Kadıköy’de mütemadiyen devam edegeldiğim sahaflıkla uğraştım. Sonra baktık ki üniversite işi düzelmeyecek, ben de birçokları gibi yurt dışına çıkmak istedim. Mali durumum da hiç müsait değildi. Sene 2004. O yıl bir arkadaşla Selimiye Camiini görmek için Edirne’ye gittik. Edirne’den de sınıra, Kapıkule’ye geçtik. Tabi ancak oraya kadar gidebildim. Sanki sınırın ardında bambaşka bir dünya vardı… Kapıdan bakıp ‘Allah’ım bana şu sınırın ardını görmeyi nasip et!’ diye dua etmiştim. Demek ki çok istemişim. Yani gerçekten çok istemişim herhalde. Allah da nasip etti. İnanır mısın, şu an bilhassa bir bütün olarak doğu Avrupa’yı Türkiye’den daha iyi biliyorum.


Çok yeri görmek nasip oldu. Bir keresinde tam 41 gün kesintisiz yolculuk yaptık. Tıpkı eski zaman kervan yolculukları gibi, olağanüstü bir tecrübeydi. Avrupa’nın yarısını köy köy dolaştık. Filmlerde gördüğüm ortaçağ kasabalarından geçtik. Bir Polen kahvesinde geceledik. Olimpos dağının eteklerindeki mübadeleyle göçenlerin evlerine gittik. Sonra Akdeniz’in karşısına geçip Berberi köylerinde nane çayı içtik… Ve daha birçok şey. Transilvanya dağlarından çok etkilendiğimi söylemeliyim. Puslu ve mistikti. Korku hikâyelerinin neden oralardan doğduğunu anlıyorsunuz. Kazıklı Voyvoda’nın diyarı… İnsan Transilvanya’nın gizemli ormanlarında kendini binyıllar öncesindeymiş gibi hissediyor.


Y.K.

Açıkçası ben belgeseli son derece şiirsel buldum. Metin yazarı da sen olduğun için sormak istiyorum: Bu şiirsellik nereden geliyor? Ve daha önemli bir soru: Günümüz dünyasında belgesel dilinin böylesi şiirsel ve nitelikli olmasını bir handikap olarak gördüğün oldu mu?


Ö.B.

Göz sözün ağırlığını taşır mı diyorsun… Söz medeniyetinden göz medeniyetine geçiş teklif ediliyor biliyorsun. Bir paradigma değişikliğini de içeriyor mu bu teklif, tam haberdar değilim ama görsel bir işte metne bu kadar ağırlık vermek ya görselliğin yeterince iyi kullanılamaması demektir ya da görselliğin kifayetsizliği. Belgeselde ciddi bir meseleyi anlatırken bunun dengesi tutturulmaya çalışıldı, ama ne kadar tutturulabildi izleyenler karara bağlasın bunu. Bu bir dokümanter film ve bu türün sağladığı anlatım imkânı sonuna kadar kullanıldı.


Y.K.

Ekibinde olanlar arkadaşların. Onlar da senin gibi bu maceranın başından itibaren içindeler mi?


Ö.B.

Başından itibaren farklı arkadaşlarla çalışıldığı oldu ama 4 kişilik çekirdek kadro hiç değişmedi. Bütün bölümler bu 4 kişinin emeğiyle hazırlandı, tamamlandı. Onlar benim hem dostlarım, hem de çalışma arkadaşlarım. İsimlerini zikretmek isterim: Hayri Eren Eşgül, Mustafa Taşçı ve Osman Yüksel Bayram.


Y.K.

Son sorum sevgili Ömer Beyoğlu: Etno Ritim 13 bölüm olarak tamamlandı. Devam edecek mi ya da yeni belgeseller için bir hazırlık var mı? TRT devam etmesini talet etti mi?Etno Ritim bizi bundan sonra hangi coğrafyalara götürecek?




Ö.B.Bu iş TRT olmasaydı çıkmazdı. TRT bu tür işleri destekleyen en önemli kurum. TRT devlet demektir; devletin vizyonu, ufku, niyeti demektir. Etno Ritim şimdiye kadar çoğunluğu Avrupa ülkelerinde hazırlandı. Devam bölümlerinin dünyanın muhtelif yerlerinden olması düşünüldü bir ara ancak görüşmeler benim özel durumumdan dolayı yarıda kaldı. Bundan sonrasına dair ne olur henüz kesinleşmiş bir şey yok. Bakacağız artık. Biraz niyet, biraz gayret, tamamıyla kısmet.


Y.K.


Sevgili Ömer Beyoğlu… Viyana’nın bu kışlı günlerinde sıcak sohbetin için sana teşekkür etmek istiyorum. Dilerim Etno Ritim’in ve senin yolunuz açık olsun… Kıymeti bilinsin… Bizi yeni coğrafyalara, yeni seslere alıp götüreceğin yeni işleri sabırsızlıkla bekliyorum. Senin nezdinde, belgeselde emeği geçen bütün gayretlere de izleyici kitlesi adına teşekkür ediyorum.