Kahveyle olan tanışıklığımız Yavuz Sultan Selim dönemine rastlar. Daha önce hacılar sayesinde az miktarlarda da olsa yurda getirilen kahve, Mısır’ın fethinden sonra yavaş yavaş ülke genelinde yayılmaya başlar. Ancak kahvenin iyice tanınması ve akabinde kahvehanelerin açılması Kanuni Sultan Süleyman devrinde gerçekleşir.
Osmanlılarda ilk kahvehaneyi 1554 yılında Halepli Hakem ve Suriyeli Şems adında iki kişinin Tahtakale semtinde açtığı söylenir (Peçevi Tarihi). Ehlikeyf kimselerin buralara gidip kahvelerini yudumlayarak nargile keyfi yapmaları görenlere örnek olmuş, kısa sürede kahvehane sayısı artarak milletin sohbet ve eğlence yerleri haline gelmişti. Bilhassa okuryazar insanların devam ettiği ve üst düzey ilmi sohbetlerin yapıldığı bazı kahvehanelere de ‘Mekteb-i İrfan’ dendiği biliniyor. Kahvehanelerin büyük ilgi görmesinden sonra ulema sınıfı bu mekanlara karşı cephe aldı. Bunun nedeni alışkanlık yaratmasından ziyade işsiz güçsüz kimselerin toplanıp buraları birer dedikodu yuvası haline getirmeleriydi.
Öyle ki Kanuni’nin Şeyhülislamı Ebussuud Efendi, kömür derecesinde kavrulan maddeleri yemek ve içmenin caiz olmadığını belirtmiş, kahve için “Her nesne ki fahım (kömür) mertebesine vara yani kömür ola, sırf haramdır” şeklinde fetva vermişti. Bu fetvadan sonra kahve tiryakileri Yemen’den İstanbul’a getirilen kahve yüklü gemilerin, Tophane önünde dipleri delinerek batırılmasını yaşlı gözlerle izlemişlerdi.
IV. MURAT KAHVEHANELERİ YIKTIRDI
III. Murat zamanında çıkarılan bir fermanla kahvehanelerin tamamının kapatılması kararı alınmış, kahve de alkollü bir içki sayılarak yasaklanmıştı. Kahvehane sahiplerine de mağdur durumda kalmasınlar diye dükkanlarını berber olarak işletme hakkı verilmişti. Ancak İstanbul halkı yine de bir yolunu bulup gizli saklı kahve içmeye devam ediyordu. Yaklaşık 20 yıl sonra yasak kalktı ve herkes rahat bir nefes aldı. Ancak bir süre sonra bu sefer Sultan IV. Murat, kahveyi ve kahvehaneleri yasaklamakla kalmadı, bir emriyle tümünü yıktırdı (1633). Üstelik bu emir sadece İstanbul’da değil Edirne’de de uygulandı. İtiraz edenlere de idama kadar varan ağır cezalar verildi. Bu fırtınalı dönem Sultan İbrahim’e kadar devam etti ve 1640 yılında nihayet kahvehane yasağı kalktı.
Kahve, Osmanlı tüccarları aracılığıyla 17’nci yüzyılın başlarında Avrupa’ya, ilk olarak da İtalya’ya gitti. Ancak “Müslümanların içeceği” denilerek 1620 yılında Papa II. Clementus tarafından yasaklanmış ve içenlerin aforoz edileceği duyurulmuştu. Ancak bu yasak bizdeki gibi Avrupa’da da çok uzun sürmedi. Önce Türk usulü yapılmaya başlanan kahve, daha sonra her milletin lezzet anlayışına göre değişik tariflerle çeşitlenmeye başladı.
Osmanlılarda zaman içerisinde kahvehane sayıları artmış, neredeyse her yedi dükkandan biri kahvehane olmuştu. Bunların bir kısmının yeniçerilere ait olduğunu ve yasak olmasına rağmen esnaflık yaptıklarını biliyoruz. Bu durum, yeniçerilerin kışla dışında kendilerine ait bir mekanda toplanmalarına neden olmuş, ocak kültürünün uzun süre yaşamasını sağlamıştır. Yeniçeri kahvehaneleri zamanla adeta birer kulüp haline gelmişti. Ancak 1826 yılında ocak kaldırılırken İstanbul’da onlara ait ne kadar kahvehane varsa hepsi kapatıldı. Bu tarihten sonra İstanbul’daki tulumbacılar, kahvehane kültürünü yeniçerilerden miras alarak II. Meşrutiyet dönemine kadar devam ettirdiler. İstanbul’un en tanınmış tulumbacı kahvehanesi de Galata’da bulunan Hendek Kahvehanesi idi.
AHMET RASİM DE MÜDAVİMİYDİ
Kahvehanelerin gazete ve kitap okunan yerler olarak kıraathane haline gelmeleri de eski tarihlere rastlar. Bunların en meşhuru 1857’de Ermeni Sarafim Efendi tarafından Beyazıt’ın Okçular Caddesi üzerinde kurulan Okçular Kahvesi idi. Burası zamanla gazete ve dergilerin arşiv olarak saklandığı, dönemin meşhur gazeteleri Tasvir-i Efkar, Tercüman-ı Ahval, Takvim-i Vak’a-i, Ceride-i Havadis gibi gazetelerin bulunduğu bir kıraathane halini almıştı. Ebuzziya Tevfik Bey, Namık Kemal, Halit Ziya ve Ahmet Rasim buranın tanınan müdavimlerindendi. Son yarım asrın meşhur kahvehaneleri arasında Galata’da Kemeraltı, Yeni Camii’nin arkasında bulunan Bahçelikahve, Beyazıt’taki Küllük, Sirkeci Vakıf Han’daki Borsa, Cağaloğlu’ndaki Meşrutiyet Kıraathanesi sayılabilir.
Kahve ve kahvehanelerden bahsederken İstanbul şehreminlerinden Ömer Faiz Efendi’nin Sultan Abdülaziz ile yaşadığı bir anısını da anlatmadan geçmeyelim: Sultan Abdülaziz’in Mısır gezisi sırasında kendisine Ömer Faiz Efendi de eşlik eder. Bir gün birlikte vapurda gezinirken Sultan Abdülaziz güvertede bir kahve ocağının olduğunu fark eder. Gemide yangın çıkar endişesiyle bu ocağı hemen kaldırtır. Bunun üzerine gemidekilerin, “Fesuphanallah, babası Yeniçeri ocağını kaldırdı, kendisi de bizim kahve ocağını” diyerek dert yandıklarını Ömer Bey anlatır.
Balkan Savaşı ve ardından gelen Birinci Cihan Harbi, erkek nüfusun çoğunun savaşa gitmesine neden olmuş, kahveneler de yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştı. Bugün ise değişime uğrayan ve modernlik kavramından nasibini alan bu mekânlar, artık eski günlerini arar durumda. Kahveyle ilgili tarih boyunca çok güzel ve derin sözler söylenmiş, biz de bilindik şu mısralarla bitirelim: Ehl-i keyfin keyfini kim yeniler, kim tazeler? Taze elden taze pişmiş taze kahve tazeler...