26 Nisan 2024 Cuma / 18 Sevval 1445

Rızâ

Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz30 Mayıs 2019 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Rızâ
“Hoşnut ve memnun olmak, tasvip etmek, beğenmek” anlamındaki rızâ dinî ve irfânî hayatın temel kavramlarından biridir. Kur’an’da ve hadislerde rızâ kavramı üzerinde önemle durulmuş, müminler Allah’ın rızâsını kazanmaya teşvik edilmiş, rızâ mertebesine ermenin en büyük mutluluk olduğu ifade edilmiştir. Kur’an’daki: “Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah’tan razı oldular” meâlindeki âyetler Allah ile kul arasındaki rızâ halinin karşılıklı olduğunu gösterir. Allah Teâlâ kendisinin kullarından râzı olmasını, kulların kendisinden râzı olmasından daha büyük görmüş ve kendi rızâsını onların rızâsından önce zikretmiştir. Allah’a açılan en büyük kapı ve dünyâ cenneti demek olan rızâ, kulun kalbinin hükm-i ilâhî altında sükûnet bulması, ıztırap ve inhiraf duymamasıdır.  İbadet ve kulluğun nihaî gayesi Allah’ın rızâsına ermektir. İnsanların yaptıkları hayırlı işler Allah’ın rızâsını kazanmaya vesile olduğu gibi kötülük ve günahlar O’nun gazabına sebep olur. Müslümanın asıl amacı dünya ve âhiret mutluluğuna talip olmaktır. Bunun için: “Allah rızâsı ve âhireti gaye”, “dünyâyı vâsıta” olarak görmek gerekmektedir. 
Rızâ nedir? Ehl-i irfan rızâyı nasıl anlamışlar? Biraz da ona bakalım. Cüneyd Bağdâdî’ye göre rızâ, ilâhî iradeye tâbi olduğu için kulun kendi iradesini terketmesidir. Kannâd: “Rızâ, acılığına rağmen kalbin kazâ-i ilâhî ile sükûnet bulmasıdır.” Zünnûn da: “Rızâ, kalbin kazâ-i ilâhî acılığı ile sevinç duymasıdır” diye konuşur. Gazzâlî, rızâ halindeki kulun belâlar karşısında bazen acı hissetmeyebileceğini söyler ve bir gazinin savaş esnasında aldığı yaranın acısını başlangıçta hissetmemesini bu hale örnek olarak gösterir. Böyle bir kul acı hissetse bile Hak’tan gelen musibete itiraz etmez, şikâyette bulunmaz, bunu tabii görür; hissettiği acı rızâ halinde olmasına engel değildir. Rızâ konusunda insanların birbirinden razı olmaları önemlidir. Ancak işlenen günahlara ve kötülüklere, yapılan haksızlıklara müsamaha göstermek rızâ kapsamına girmez, çünkü bunlar Allah’ın gazap ettiği hususlardır. 
 
Olaya bardağın dolu tarafından bakmak, hayatı daha mutlu; daha huzûrlu yaşamanın ve her şeyden haz almanın yollarından birisidir. Sürekli bardağın boş tarafını gören, eksikleri görür ve huzursuz olur. Oysa hayatta boş ve eksik şeyler zaten sürekli vardır. “Her şey tamam olduğunda mutlaka bir noksan vardır” derler. Kafanız ve gönlünüz noksanlara takılır kalırsa kendi kendinize hayatı çekilmez edersiniz. Ama “elhamdülillâh şunlar şunlar var; o da olmayıversin” diyebilirseniz hayat daha kolay hâle gelir. Dünyanın fânî, âhiretin bâkî olduğuna inanan insan, âhirette Allah tarafından bedelinin verileceğine kuvvetle inandığı için bu dünyadaki geçici eziyetlere kolayca katlanır. Azîz Mahmûd Hüdâyî (k.s.)  tâun sebebiyle biri 13 diğeri 15 yaşında iki tane fidan gibi yavrusunu peş peşe toprağa verir. O zamanlar yaygın bir hastalık gelir ve şehri kırıp geçirirdi. Hattâ onun zamanında tâun âfetinden kurtulmak için padişah fermânıyla İstanbul Okmeydanı tarafında bütün halk duâ için sahrâya çıkmıştı.[1] O iki evlâdını toprağa vermiş bir baba olarak bu duâya katılmış ve gönlündeki teslîmiyet ve bu imtihâna rızâsını: 
 
Alan Sensin veren Sensin kılan Sen 
 
Ne verdinse odur dahi nemiz var 
 
diye anlatmıştı. Her şeyi Sen verdin, elimizde bize âid gördüğümüz ne varsa, hepsi Sen’indir. Senin verdiklerinden başka bizim kendimize âid bir şeyimiz yok, diyerek Cenâb-ı Hakk’ın bu imtihânını teslîmiyet ve rızâ ile karşıladığını ifâde etmiştir. Bu dünyada Allah’a aşk, ibâdet ve tâat ile kavuşma derdinde olan insanlar, nefs, dünya ve çevreden kaynaklanan 1001 türlü çile ile karşılaşabilirler. Bunların hiçbirisi Allah’a giden yolda insana engel olmamalı, önünü kesmemelidir. İnsan Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına ermek maksadıyla sürekli çalışmalıdır.