Bugünlerde  anlam-değer dünyamı ziyadesiyle titreten, üzen, hırpalayan vakıalar her bir  yanımı sarmış durumda. Birini konu edip yazayım arzusundaydım ancak lafızların  taşıdığı ağırlık birilerinin canını sıkabilir; yerinden hoplatabilir!
Kimsenin  canını yakmamak için kaburgalarım arasına sıkışmış kalmış kelimeleri buraya  taşımayacağım.
Bu  yüzden uzun süre ders mahiyetinde bir hocamla yapmış olduğumuz "içgörü  geliştirme" derslerim esnasında tutmuş olduğum notlardan pürmelalimi yansıtsın  diye iktibas yöntemiyle serpiştirerek içimi serinletmeye çalışacağım.
Hızır ve Musa'nın yolculuğu, hayatın derin  hakikatlerini ve insanın karşılaştığı görünmez elin tesirini anlatan kadim bir  hikayedir. 
Bu  anlatıda, gemiye verilen zarar, ilk bakışta anlaşılması zor, akıl almaz bir  harekettir. Ancak geminin delinişi, onu el koyanların ellerinden korumaya  yönelik bir kurtuluş hamlesidir. 
Hayat  da böyle değil midir? 
Karşılaştığımız  zorluklar, tıpkı geminin açılan gedikleri gibi, görünüşte felaket gibi dursa da  bizleri büyük belalardan koruyan şefkat eliyle örtülüdür.
İnsanın  yaşamı bir gemiye benzetildiğinde, bu geminin rotası, karşılaştığı engellerle  yön bulur. Başımıza gelen her hadise, bizleri kendi öz hakikatimize uyandırmak  ve varoluşumuzun derin anlamına yönlendirmek için birer uyarıcıdır. 
Kur'ani  ifadeyle, insan sınanan bir varlıktır; kudret eli, bazen büyük  belalarla tecelli eder ve bu, insanın kendini yeniden gözden geçirmesi için bir  fırsat sunar. 
Bütün  bunlar, hadis ile de özetlenmiştir: "Müminin başı başak gibi dimdiktir; bir  rüzgarla yere kadar eğilir, rüzgâr geçtikten sonra yeniden doğrulur." 
Bu  eğilme ve doğrulma döngüsü, sınanmanın, dayanıklılığın ve olgunlaşmanın  sembolüdür.
İnsanın  sınanma tecrübesi, söze dökülmesi kolay ama yaşanması çetin bir serüvendir.  Gemiye verilen bu gedikler, insanın acıdan kaçamayacağı, bu kaçışın ise  hayattan yabancılaşma getireceği bir süreci doğurur. 
Zira  sınanmaya direnç gösterirken, benlik savunmalarını yükseltir, duygularına gem  vurur ve kendi hakikatini perdelemiş olur. 
Böyle  bir durumda, her olay, insanın yarasına dokunan bir darbeye dönüşür. 
Acı  ise, insanı iliklerine kadar sarar.
Hayatın  olaylarını yalnızca yüzeysel bir şekilde algıladığımızda, yaşananlar  derinlikten yoksun, gelişigüzel anılara dönüşür. 
Oysa  her olayın bir cilvesi vardır; bu cilve, gerçeğin ardında saklı hakikatleri  gösteren bir işarettir. Bir deneyimin arka planındaki gizemi okuyabilmek,  olayın zahiri yüzü ile manevi yönünü anlamaya yöneliktir. 
Peygamberin  "Rabbim, bana eşyanın hakikatini göster" duası da bu talebe yöneliktir;  her şeyin ardında keşfedilmesi gereken bir mesaj vardır. 
Tıpkı  rüyalar gibi bir anlam ve hikmet taşır.
Tıpkı  görsel dikkat testi gibi, hayatın bize sunduğu manzarada gördüğümüz ayrıntılar,  kendi içsel donanımımıza göre belirlenir. Kimimiz büyük olayları seçerken,  kimimiz detaylara dalarız. 
Böylelikle,  olayların içinde kaybolmadan, bu cilvelerin ardındaki mesajı okuyabilmek,  bizden olayları kuşbakışı bir bakışla değerlendirmemizi bekler. 
İnsanın  kendini doğru okuyabilmesi ise, ilim, basiret, tecrübe ve ilham gibi yüksek bir  farkındalık düzeyine ulaşmasıyla mümkündür.
Neticede,  insan hem anlam hem de sınanma ile yoğrulmuş bir varlıktır. 
Kendi  yolculuğunda gemisini limana ulaştırmak isteyen her insanın görevi, yaşadığı  her deneyimin ardındaki manayı keşfetmeye çalışmaktır. 
Bu  anlam yolculuğu, bizi hayatta tutan bir bilinç uyanıklığı ve kendi iç  yolculuğumuzun derinliğine ulaşmamız için güçlü bir çağrıdır.
İhsan  Fazlıoğlu hocamın sözleriyle kaburga sancımı deşifre edeyim: "Temsil ettiği  anlam-değer dünyasına güvenmeyen, kısaca kendine güvenmeyen; yaşama tutunmak  için maddî ve manevî sürekli sataşabileceği, eleştirebileceği, tahkîr  edebileceği bir düşmana, ötekine, başkasına ihtiyaç duyar."