Mehmet Ayvalıtaş hayatının baharında, sadece 19 yaşındaydı. 2 Haziran gecesi Gezi’ye destek amacıyla E-5 otoyolunu trafiğe kapatmak isterken ona ve kuzenine bir araç çarpmış, maalesef Mehmet oracıkta hayatını kaybetmişti. Kalbi oğul acısına dayanamayan annesi de bir süre sonra...
Mehmet’in dava duruşmaları hep olaylı geçti. Davanın temel delilleri, polise teslim edilen ekspertiz raporu, biyolojik-kimyasal inceleme raporu, 1 DVD ve 4 sayfalık CD inceleme raporu poliste kaybedildi.
Mehmet’in 9 aydır bulunamayan olay anı görüntüleri ise “şimdi” çıkarıldı ortaya.
Tıpkı 23 yaşında, yanında bebeğiyle Kabataş’ta saldırıya uğrayan Zehra’nın 9 aydır olmayan noksan görüntüleri gibi.
Tıpkı Öcalan’ın ta 1998’te gizlice kaydedilmiş görüntülerinin 16 yıl sonra sürüme sokulması gibi. Tıpkı havada uçuşan amaca matuf onlarca görüntü gibi. Muhtemelen önümüzdeki günlerde de varlığından bile haberdar olmadığımız ne görüntüler girecek dolaşıma.
Bize izlettirilecek her görüntü, nasıl bir duygu edinmemiz, nasıl bir tavır geliştirmemiz isteniyorsa öyle bir kurguyla ve zamanlamayla bırakılacak önümüze.
Algılarımızla, duygularımızla oynanacak resmen.
Tıpkı şimdiki gibi. 27 Nisan’da, 28 Şubat’ta, 12 Eylül’de, 27 Mayıs’ta olduğu gibi. Gayri meşru, gayri ahlaki, gayri siyasi işlerin çevrildiği her dönemde, bizi en zayıf en hassas noktamızdan yakalayıp “kuşa bak” dedikleri; biz kuşa bakarken aşağıda el çabukluğu marifet, askeri darbe yaptıkları, darbe anayasası kakaladıkları, iktidarı alaşağı ettikleri, bankaları ceplerine boca ettikleri operasyonları bu sayede rahatça yaptıkları gibi.
2013 mesela. Ne zordu değil mi? Hâlbuki nihayet istikrara kavuşmuş, dünyanın 16. büyük ekonomisi olmuş, IMF’ye borcumuzu bitirmiş ve 40 yıldır evlatlarımızı yutan o kanlı çukurdan çıkmayı başararak çözüm sürecini başlatmıştık. Tam bunca güzel gelişmenin tadını çıkarıp “helal olsun bize, Türkiye olarak ne güzeliz, daha da güzel günler göreceğiz” diyecekken ne diye bunca acı ve şaşırtıcı olay yaşadık biz, hiç düşündünüz mü?
Göğümüzü aniden, bize kuş sürüsü diye yutturmak istedikleri leş kargaları sardı da o yüzden.
Algılarımızla, duygularımızla fena oynandı.
Ülkenin diktatörlükle yönetildiği algısı oluşturuldu adım adım. İktidara (meşru yollarla itiraz etmenin ve demokratik kurallar çerçevesinde değiştirmenin değil dikkat!) W maskesi ardına saklanıp anonim bir kimlikle yakıp yıkarak isyan etmenin lüzumu ve yüceliği işlendi mütemadiyen. İsyan duygusu yükseltildi ve Gezi’de, Gezi’nin ruhunu da gümleterek patlaması sağlandı. Kamuoyunun yakından tanıdığı kimi yazar-çizer-gazeteci-sanatçı-siyasetçi, olayları yatıştırmak yerine sosyal medyada açıkça provakasyon yaptı. Gencecik insanların en tabi tepkisellikleri, araçların vızır vızır işlediği E-5 otoyoluna atlama noktasına getirilinceye dek kullanıldı. Bedenleri Gezi’de, Gazi mahallesinde olay çıkarmak için bulunan profesyonellerin, “birkaç kişi ölse çok iyi olur” diyen akbabaların emrine sunuldu.
(Devletin ve siyasetin bütün bunlar olurken ne yaptığı ayrı bir yazının konusu. Ama Eskişehir’de bir sokakta kıstırılıp döve döve öldürülen 19 yaşındaki Ali İsmail’in hakkı için; onu döven polislerin, müşahede altına almayıp o halde evine gönderen doktorun, polis değil arkadaşları dövmüştür diyen valinin mutlaka adaletin karşısına çıkarılması ve cezalandırılması gerektiğini buradan haykırıyorum!)
O gün Gezi ve çözüm süreci üzerinden algı-duygu-kaos operasyonu yapanlar bugün de önümüze bırakılan bu kasetler-dosyalar aracılığıyla “bir şey” yapmakta ve ısrarla “göğe bak” demekte.
Her şey bir kez daha karmakarışık. Bir “hayaletin eli” dokunmakta her yere, bize.
Peki, siz ne yapacaksınız?
İzin verecek misiniz duygularınızla, algılarınızla, seçimlerinizle bir kez daha oynanmasına?
Ali İsmail için çok fena üzülüyor olmak engel mi Zehra için de içinizin yanmasına? Ya da tersi... İkisi de kardeşimiz değil mi bizim? “Kardeşine ne oldu” diye sorulduğunda ne cevap vereceksiniz?