Hayatın ne kadar kısa olduğunu düşünüp akledecek bir yaşta olunca insan, ölümün pervazlarından bakınca deniz gibi akan zamana; sulhün, selametin, iyiliğin, güzelliğin esas olduğunu düşünüyor. Kavga, mücadele, direnç, arayış, dava, inanç, hareket. Benim kelimelerim hep bunlar oldu hayatımın gençlik günlerinde. Bunlar elbette çok değerliydi, hala değerliler, lakin hayat çok kısa ve bu kısa hayatın anlamını, barışmaktan, barışmıyorsak bile birbirimizi dinlemekten, hatta belki karşılıklı konuşmaktan, sonra belki dertleşmekten, kederi ve sevinci nezaketle paylaşmaktan yana, yeniden kurabilir miyiz diye düşünüyorum...
Abbas Kiyarüstemi'nin o çok sevdiği türküde söylendiği gibi; "şimdi bir hayat daha lazım bize, çünkü bütün ömrü umutla bekleyerek geçirdik..." Dizesinde olduğu gibi, bir hayat hakkımızın daha olmadığını bilmek ne teessüf! Hayat geçiyor, günler geçiyor, insanlar, kuşlar, bulutlar geçiyor ve her şey geçip gidiyor! Böyle olunca insan, hiç olmazsa benden sonrakiler bu itiş kakışı, bu dünyayı bir türlü paylaşamayışı, bu ölüm kalımı, nefreti yaşamasınlar diyor...
Hastanedeki pencereme bakan üç tane ağaç var, ceviz, çam ve sedir, onların yapraklarını seyrederken, tüm bu hayat-memat dediğimiz kısa şeye dair içimden akan hüzünlerle karşılaştığım iki mektup var önümde. İki anne tarafından gönderilmiş selamlar bunlar... Birisi Eren Bülbül'ümüzün çocuk yaşta sırtındaki kurşunlarla yazdığı o kısa hayat hikayesi... Diğeri ise Kızıltepe'de babası için açılmış yaylım ateşinde hayata veda eden İsmail Kaymaz'ın sırtındaki kurşunlarla kayda geçmiş o kısa ömrü...
Çocuk yaşta hayata veda etmiş iki ruh: Eren Bülbül ile İsmail Kaymaz, sırtlarında sayısız kurşun ile çocuk yaşta gözlerini yummuş iki kandil...
Eren Bülbül'ün annesi ağlayarak diyor ki; "başka annelerin evlatlarını kaybetmesine rıza gösteremem!' Bu bir haykırıştır aslında. Bu bir annenin isyanıdır, kalbinde yangın tüten bir annenin, başkaları evladını kara toprağa vermesin diyerek gösterdiği, büyük bir tekliftir aynı zamanda... Eren Bülbül Maçka'da sırtındaki 50'ye yakın kurşunla şehit olmuştu. Şimdi göklerde geziniyor...
Bir başka çocuk İsmail Kaymaz ise, onun da sırtından 13 kurşun çıkartılmış Kızıltepe'de... Mavi önlük, beyaz yaka, 3 numara saç tıraşı, bir resmi var, ilkokul öğrencisi. İsmail Kaymaz'ın annesi de diyor ki: "Kalbimdeki ağır acı yüküyle söylüyorum ki çocuklar ölmesin! Oğlumu 12 yaşındayken sırtındaki 13 kurşunla kaybettim... Artık hiçbir yerde çocuklar ölmesin!' diyor.
Bu çocukların etrafında bir sürü adli tıp raporu, bir sürü dava evrakı, bilirkişi tespiti, savcı incelemesi, kademeli yargı çevrelerinin hükümleri, bozulan ve onanan kararlarla, binlerce gazete haberleri dönüp duruyor...
Ama bu iki annenin çağrısı, iki ayrı yandan yükselen avazlar olarak tüm bu tartışmaları kenara itiyor. Kim daha fazla öldü değil soru... Çocuklarımızı yaşatarak nasıl huzurlu bir hayat yaşarız olmalı. Huzur yazdım ben. Siz onun içini, onurla yaşamak, ayrımcılığa uğramadan yaşamak, itilip kakılmamak, derin eşitsizliklerle diplere savrulmamak, mürüvvetini görmek, mezuniyetini görmek, düğününü derneğini, bayramını görmek gibi temennilerle genişletin ne olur...
Temenni... Nasıl da nezaketli, alçakgönüllü bir kelime. Dua... Nasıl da soyut, yüksüz, latif bir kelime... Ama bunlara yaslanmak zorundayız işte, annelerin ince temennilerinin altında gayet somut hicranlar yatıyor çünkü. Annelerin dualarının altında gayet sıkı serzenişler dolanıyor. Annelerin huzur ve barış arayışında nice sitem nice kahır yükü var. Ama onlar tüm bu yükleri sırtlarına vurup, ağızlarını hayırdan yana açıyorlar.
Milletçe güzel temennilere, güzel dualara, hayırlı kelimelere ihtiyacımız var. Onları söylemeye ve hissetmeye başlarsak, bir ömür daha gerek şimdi bize demeyeceğimiz bir ovaya çıkarız... Karanlık ve sert nice vadiden sonra, aydınlık, ufuklarıyla yemyeşil, masmavi, gepgeniş bir ova...