Kuzey Kıbrıs'ta evvelki gün yapılan 'KKTC Cumhurbaşkanlığı' seçiminde, Rum tarafıyla 'federasyon' teşkili görüşünü savunan Tufan Enhürman'ın -oylamaya düşük bir seçmen katılımı olmasının da etkisiyle- kazanması, açıktır ki, iki devletli bir sistemin kurulmasını isteyen Türkiye'nin hiç istemediği bir sonuçtu.
Ve dün Devlet Bahçeli Bey yaptığı konuşmada, 'KKTC Meclisi'nin Türkiye'ye 'iltihak/ katılma' kararı almasını istedi. Hatırlanacağı üzere, 'Antakya'/ Hatay Devleti'nin, 1937'de Türkiye'ye katılma kararı alması örneği de var.. Ama, o zaman, Antakya'nın Türkiye'ye katılmasına, Suriye'nin işgalcisi olan Fransa, Türkiye'de yapılan laik devrimlerin teşvik edilmesi ve ödüllendirilmesi adına sessiz kalmıştı..
'Bu vesileyle belirtmek gerekir ki, dün üniversiteli kardeşlerle sohbet ederken, gençler, bu 'iltihak' konusunun 'devlet aklı' olabileceğini ve 'Devlet Bey ve partisinin 'Cumhur İttifakı'nda bulunmasının, bu açıklamada etkili olabileceğini söylediler; hemen ardından da, 'Âbi, 'devlet aklı' denilen kararı kim veya hangi organlar oluşturur?' diye sormaktan kendilerini alamadılar.
Bu gibi sorular, hemen hemen her mahfilde de sorulur- sorgulanır.. Ama bundan, sanki, 'devlet aklı' denilen karar, görünmez, bilinmez veya 'derin devlet' lafzıyla anlatılan esrarengiz makamlarca alınıyormuş gibi bir mâna ortaya çıkar.
'Devlet aklı' denilen durumun, hele de zayıf yönetimlerde ve de zayıf yöneticilerin iktidarda olduğu dönemlerde dillere pelesenk olduğu mâlumdur.. Hele de, iktidar ve hükûmet etme organlarının, askerî darbelerle, isyan ya da ayaklanmalar neticesinde el değiştirdiği dönemlerde bu mâna ve isimlendirmeler daha bir gerçek olarak görülür- değerlendirilir.
Ama, bugün, Başkan Erdoğan'ın, hem 28 Nisan 2007'de olduğu gibi, askerî muhtıralarla sarsılmak, hem de 15 Temmuz 2016'daki kanlı askerî darbe teşebbüsüyle iktidardan uzaklaştırılmak istenmesi karşısında, milletin verdiği salâhiyet ve millî irade emanetinin gereklerini yerine getirmekte, -geçmişte örneği görülmemiş şekilde- canını ortaya koyarak, sergilediği şecaat ortadayken, 'devlet aklı'nı şekillendiren nihaî iradenin -beşer planında- kime aid olduğunu söylemeye gerek bile yoktur.
Ama, bu, yine de tek kişi iradesi veya yönetimi değildir. Hele de Allah ve İslam Milleti' karşısındaki mesuliyetinin şuûrunda, İslamî dikkati ve mesuliyeti olan bir kimse için, (Âl-i İmran-159 ve Şûrâ-38'den) 'Onlar, işlerini istişare ile yaparlar' mealindeki Kur'an-ı Mubîn emri devamlı bir kontrol mekanizmasıdır.'
*
Asırlarca Cenevizlilerin ve deniz korsanlarının Akdeniz'deki yatağı olan Kıbrıs adası, Emevîler zamanında birkaç kez fethedilmek istendi.. O seferlerden birinde, Hz. Peygamber (S)'in 'hala'sı da bulunmuş ve o adada vefat etmişti. Bugün, Larnaka'da 'Hala Sultan Türbesi' diye anılan mekân o muazzez 'mücahide'nin kabridir.
Ve Osmanlı İslam Orduları, 1571 yılında Kıbrıs'ı fethetmişler ve 1877-78'e kadar bu ada, 300 yıl, Müslümanların elinde kalmıştı.
Ama, Sultan Abdulaziz'in 1876'da katledilmesi, yerine geçen 5. Murad'ın, henüz sultanlığının 3. ayında, üniformalarıyla Beylerbeyi Sarayı'nın havuzuna atlamak gibi ruhî dengesizlikler göstermesi üzerine Veliahd Abdulhamîd'in -birinciden 100 sene sonralarda- '2. Abdulhamîd' ünvanıyla tahta çıkışının birkaç ay sonrasında patlak veren 1877-78'deki (ve, Hicrî-Rumî, 1293'e tekabül ettiği için, kısaca 93 Harbi diye anılan) Osmanlı- Rusya Savaşı'nda Rus Orduları bütün Balkanları aşıp taa İstanbul önlerine, Ayastefanos'a, /Yeşilköy'e kadar ilerleyince; İstanbul'un Rusya'nın eline geçmesini istemeyen İngiltere, Rusya'ya karşı Osmanlı'ya yardımcı olmak istediğini ve ama bunun için İngiliz donanmasını barınacağı bir limanın kendilerine tahsis edilmesini istemiş ve bunun için en müsaid yerin Kıbrıs adası olduğunu belirtmişti.
2. Abdulhamid, o zaman, Osmanlı Devleti'nin Kıbrıs üzerindeki mülkiyet hakları baki kalmak şartıyla, Kıbrıs adasının intifa / faydalanma hakkını İngiltere'ye bırakmış; bunun üzerine Rusya da kısmen olsa bile, Balkanlar'dan geri çekilmek zorunda kalmıştı.
Ama, Birinci Dünya Savaşı'nda, Osmanlı, İngiltere'ye karşı Almanya'nın yanında savaşa girince, İngiltere, Kıbrıs adasını 'ilhak' ettiğini, kendi topraklarına kattığını açıklayıvermişti..
1914-1918 arasındaki 1.Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Osmanlı parça parça yutulurken, Kıbrıs konusu da, Lozan Andlaşması'nda, (sanırım, 21. maddesinde) 'Ankara Hükûmeti, Kıbrıs'ı bir İngiliz adası telakki eder..' diye, bütünüyle İngiltere'ye verilmişti..
1950'den itibaren ise, Kıbrıs Ortodoks Kilisesi Başpapazı Makarios, Kıbrıs'ı İngiltere'den istemeye başlamış ve burada birkaç İngiliz askeri de öldürülmüştü..
Türkiye ise Kıbrıs konusuna ilgisiz davranıyordu. 1923-1950 arasındaki 27 yıllık 1. ve 2. Şeflikler dönemi, 1950'deki ilk serbest seçimlerle sona ermiş ve Adnan Menderes Başvekil, Prof. Fuad Köprülü de Hariciye Vekili olmuştu.
Ama, Kıbrıs adasında, İngiliz hakimiyetine karşı silahlı çatışmalar genişlerken, Fuad Köprülü, 'Bizim Kıbrıs diye bir meselemiz yoktur..' demişti.. Adnan Menderes, bunun üzerine, Fuad Köprülü'yü Dışişleri'nden almış ve yeni Hariciye vekilliğine Fatin Rüşdi Zorlu'yu getirmişti..
Sonra..
Türkiye'de 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi yapılmış, Başvekil Adnan Menderes ve Fatin Rüşdi Zorlu, düzmece Yassıada mahkemelerinde yapılan -sözde- muhakemeler sonunda idam olunmuşlardı..
Türkiye'deki askerî darbeciler, idamlar sonunda kendi iktidarlarını pekiştirmeye çalışırken, Kıbrıs Cumhurbaşkanı sıfatını kazanan Makarios da Kıbrıs'ta kendi iktidarını muhkemleştiriyor ve Kıbrıs Devleti'ni ortaya çıkaran Londra ve Zurich andlaşmalarını imzalayan Türkiye Başvekili ve Hariciye Vekilinin asılarak öldürüldüklerini, Türkiye rejiminin bu kadar vahşi olduğunu söylüyordu dünya medya organlarına, alenen..
Türk tarafının Hükümet çalışmalarına katılmasını zaten istemeyen Makarios, Türk tarafının da hükümet toplantılarına gelmeyişlerini fırsat bilerek, devletin yürütülebilmesi için, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun, Kıbrıs Rum yönetimini, Kıbrıs Devleti'nin tamamının temsilcisi saymasını istemesi ve Mart-1964'de de BM Genel Kurulu bu isteği kabul ettiğinden, Rum tarafı Kıbrıs'ın tamamının temsilcisi sayılıyor..
Türkiye ise, Makarios'un Yunanistan'daki 'Albaylar Cuntası'nın desteğindeki bir darbeyle devrilmesini fırsat bilerek, garantörlük hakkının doğduğu kanaatiyle, 20 Temmuz 1974'de Kıbrıs'a çıkarma yaparak belli yerleri kontrolü altına aldı.. Ama, bu durum, BM'nin geliştirdiği uluslararası hukuk kuralları gereğince tanınamıyor.. Tanıyan devletler de uluslararası diplomasinin imkanlarıyla sıkıştırılıyor..
İmdiii..
KKTC Meclisi, yeni sosyo-politik şartlar karşısında, küçük sosyal bir kitlenin, büyük sosyal kitle içinde erimesi neticesini ortaya çıkarabilecek 'federasyon' gibi denemelere fırsat vermeden, öyle bir 'iltihak' kararı alabilir mi?
Bu biraz problemli gözüküyor..
Çünkü, Türkiye, 1950- 60 arasında-, İngiltere ve Yunanistan'la Kıbrıs Buhranı yüzünden birkaç defa savaşın eşiğine kadar gelmişken.. 1959-60'da bu 3 ülke arasında Londra ve Zurich Andlaşmaları imzalanmış ve 1960 yazında, bu 3 ülkenin garantörlüğünde ve Türk ve Rumlardan oluşan 2 toplumlu ve 'Kıbrıs Cumhuriyeti' adında bir 'bağımsız devlet' 'icad' olunmuştu. Ama, o plan da çalıştırılamadı..
Rum nüfusunun 500 bin ve Türk nüfusunun da 180 bin kadar olması göz önünde bulundurularak, başta Cumhurbaşkanı Rum, Cumhurbaşkanı Yardımcısı da Türk olması şartıyla ve bütün diğer devlet organlarında , Ordu ve Emniyet güçlerinde 3'te 2 ve 3'te 1'lik durum korunarak, bütün resmî kurumlar teşekkül edecekti.. Bir uyumsuzluk veya ihtilaf olursa, o zaman da o 3 garantör devlet, o ihtilafları barışçı müdahalelerle halledeceklerdi. KKTC, 1983'de istiklalini ilan etti, ama, kimse tanı(ya)mıyor..
Bu arada şunu da hatırlayalım: Azerbaycan Devleti'nin bir yolcu uçağı, Kıbrıs'ın Türk tarafının Lefkoşe'deki Ercan Havaalanı'na indiği zaman, Uluslararası Hava Meydanları kuruluşu 'JATA', 'Bu durum tekrarlanırsa, hiçbir Azerbaycan yolcu uçağına hiçbir yerde hizmet verilmeyeceğini' açıklayıvermişti..
Yani, 'Bu kadar Müslüman ülkeler var, ama, niye tanımıyorlar?' deniliyor da, konunun bu tarafı izah edilmiyor, nedense..
Çok netâmeli bir konu..
*