İletişim Başkanlığı'nın daveti üzerine, pazartesi sabahı başlayan yolculuk, basit bir seyahat değil, bir hikâyenin içinde yürümeye dönüştü. Önce İstanbul Havalimanı'nda ufak bir aksaklık... Bir sistem hatası, bilet iptali, gecikme. Yolculuğumuz Adıyaman'a, ama ben Malatya'ya. Sonra Malatya'dan Adıyaman'a aktarma...
Depremde hallaç pamuğu gibi savrulan yüreklerin diyarına doğru bir yolculuk hikayesi.
Adıyaman'a doğru ilerlerken, beni karşılayan Mehmet Amca, coğrafyanın sesi gibi konuşuyor. Nuh Albayrak'ın ifadesiyle "organik bilgi" dinliyorum.
Deprem bölgesi hakkında anlattıkları, raporların, istatistiklerin, teknik verilerin söyleyemeyeceği kadar sahici. "Bırak ülkedeki başka bir adamı, şu anda Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yerinde dünyadaki herhangi bir ülkeyi düşünürseniz düşünün bu kadar hızlı toparlanamazdı."
Bir iddia değil bu; bir şahitlik.
Yalnızca cümle kurmuyor, kelimelerin içine kâmil bir sorumluluk, yıkılmaz bir irade serpiştiriyordu.
Hava sıcak. İstanbul'un betonlarına mahkûm olmuş insanlar için sıcaklık normaldir. Ama burası Adıyaman, burası Malatya, burası Maraş, burası Hatay... Yıkılan, yanan, sarsılan, depremde donan, ağlayan şehirler... Ve gökyüzü burada da sıcak. Mehmet Amca bekletmeden konuşuyor:
"Kulun sol yanı kaybederse merhameti, Mevla'm gökyüzünden vermez rahmeti!"
Bir cümle, bir hikmet.
Depremde kaybedilen canların ardından yükselen bu şehirler gibi, insan da içindeki bazı şeyleri kaybedince değişir.
Devlet, burada. Evler yapılmış. Depremden sonra organize kötülüğe, gareze, dalalete, ihanete rağmen devlet, bu topraklara yeniden can veriyor.
Şehirliye daireler, köylüye köy evleri, hayvancılıkla uğraşanlara ahırlar... Sadece ahır sayısı 12 bin. Bir tarafta konut projeleri, diğer tarafta altyapı, okul, hastane...
Düşünmek bile zor: Kaç milyar dolar yatırım yapıldı? Kaç işçi çalıştı? Kaç mühendis, kaç mimar, kaç planlayıcı bu enkazın altından bir şehir kaldırdı?
İlk kez gelen bir yabancı, burada hiç deprem olmamış sanabilir. Oysa bir sene önce burada yürümek bile mümkündü değildi.
İki yıl önce, deprem bölgesi için herkes seferber olmuştu. AFAD yetkilileri anlatıyor: O kadar fazla tır gelmişti ki, hepsini art arda dizsek Edirne'den Hakkari'ye uzanan bir hat oluşurdu.
Millet, elindekini avucundakini depremzedeler için vermeye çalışıyordu. Küçücük çocuklar kumbaralarındaki paraları gönderiyordu. Sanatçılar, sporcular, iş insanları, öğrenciler, emekliler... Bir millet, bu şehirler için ayağa kalkmıştı.
Peki şimdi ne değişti?
Neden aynı dayanışmayı para karşısında göstermiyoruz?
Adıyaman'da, Maraş'ta, Hatay'da muazzez bir çaba varken, büyükşehirlerden yalnızca şekva yankılanıyor!
Burada devlet çalışıyor. Burada millet direniyor. Ama orada, şuh bir umursamazlık içinde organize memnuniyetsizlik var.
Acaba, gazaplı göğüsleriyle her fırsatta devlete saldıranlar, sokaklarında yürüyüp, yeniden doğan bu şehirleri görseler düzelirler mi?
Emekliler, memurlar... Zamlar yetmedi. Maaşlar az geldi...
Oysa devleti ekonomiyi yönetememekle suçlayanlar, bu enkazdan yeniden inşa edilen şehirleri görüyor mu? Görmeliler.
Hatta belki, 50 yaş üstü emeklileri buraya getirip Adıyaman'ı, Maraş'ı, Hatay'ı gezdirmek lazım. Bütün bu inşaatları, yatırımları, yeniden doğan şehirleri görmeliler.
O gün, bu şehirler için elindekini veren insanlar, bugün neden devlete karşı tahammülsüz?
O gün, sabreden millet, bugün neden sabırsız?
Tedai mekanizmasını çalıştırmak zor mu?
Deprem bölgesinde sadece binalar yükselmiyor. Dijital bir altyapı da kuruluyor. Devlet bir kriz anında harekete geçmek için en modern sistemleri kullanıyor.
Bu ülke, krizleri aştı. Depremi aştı. Terörü aştı. Ambargoları aştı.
O halde ekonomik zorlukları da aşacak.
Mesele sadece binalar değil. Mesele sadece ekonomi de değil. Mesele, milletin neye şikâyet edip, neye şükredeceğini bilmemesi.