“Mursi halkına; sokağa çıkmayın, evlerinize dönüp hukuki yollarla hakkınızı arayın demeliydi.” Mısır’daki askeri darbenin ardından darbe hükümeti meydanlara çıkıp oyunun hesabını, oturarak, namaz kılarak, dua ederek soran insanları katletmeye başladığında bazı aydınlarımız bu mealde sözler etti, köşe yazıları yazdı. Aralarında liberal bildiklerimiz de vardı, İslamcılığıyla temayüz etmiş olanları da. Gezi eylemleri sırasında “Nedir bitmeyen bu eylemlilik hali, Hükümet sözcülerinizle görüştü, Gezi Parkı ile ilgili istekleriniz kabul edildi, amacınıza ulaştınız, yeter artık” diyenlere ise “Ne münasebet, bu demokratik bir haktır, sokak eylemlerine bile tahammül edemeyen bir iktidar otoriterleşmiştir” diyerek veryansın ediyorlardı.
Gezi eylemlerinin Ankara’da Başbakanlık binasını, İstanbul’da Dolmabahçe’deki çalışma ofisini işgale çalışan, polisi çatışmaya çekmek için elinden geleni yapan ve amacı Hükümet’i asayişi sağlayamaz duruma düşürmek olan yönünü görmeyen, görmek istemeyen bir kesim, Mısır’da Mursi ile değil darbecilerle empati kurmaya vardırdı işi. Suriye’de de Esad’la empati kurdular. Esad’ın kimyasal silah kullandığına dair iddiaları bile kulak ardı edip yine Esad’ın yaptığı katliam görüntülerini El Nusra’ya yazarak Türkiye’deki çözüm sürecine dinamit taşıyacak provokatif yayınlar yaptılar. “El Nusra Kürtleri katlederken Türkiye El Nusra’ya silah tedarik ediyor. Sonra da kendi Kürtleriyle barıştan söz ediyor.” Verilmek istenen mesaj buydu.
Statükocu liberalizm
“Bir tek insanın canı her şeyden daha değerlidir, keşke insanlar ölmeseydi de diktatörlükler devam etseydi”; böyle düşünebiliriz. Sonucunda ölüm olacaksa sadece darbeye değil devrime de iyi gözle bakmayabiliriz. Nitekim darbeler tarihi kadar halk devrimleri tarihi de kanlıdır. Ancak insan haysiyeti yeri geldi mi her şeyin üstündedir. 3 Temmuz’dan bu yana iradesine ipotek konulmuş olan Mısır halkı canını haysiyetinin önüne koyarak meydanlara çıkmıştır. Onları, Mursi yandaşları diyerek azımsamak ya da Müslüman Kardeşler’i, yandaşlarını sokağa dökerek ölüme göndermekle suçlamak ve tabii bu arada “darbeler de ne kötü be birader” tonunda darbeyi kınamak ve yine de demokrat, liberal, hak ve özgürlüklerden yana olabilmek bizim aydınlardan başka kime nasıp olmuş?
‘Hamas bile...’ diyenler!
Mısır halkı darbeye karşı sokağa çıkmasaydı da 28 Şubat’ta darbe yiyen ve partisi kapatılan Necmettin Erbakan gibi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvursalardı! Darbeler kötüdür kötü olmasına ama ne malum darbe hükümetinden de bir Özal çıkmayacağı? İradesine darbe vurmuş bir halkı bu örneklerle teselli etmeye “ahlaksız teklif” demeyelim hadi; ama en iyimser yorumla insanı değil devleti merkeze alan, devlet maslahatını her şeyin üstünde tutan kanlı bir paradigma ile yan yana hizalanmaktır bu.
Machiavelli’e rahmet okutan bir liberalizm.
Tahrir Meydanı Mursi’ye karşı dolup taşarken kimse onlara evlerinize dönün demiyordu. Mursi’yi Mübarekleşmekle itham eden 2. Tahrir’e selam gönderenler, bizde yaşam tarzı kaygısı ve Erdoğan nefretini bitmeyen bir eylemliğinin meşru sebebi gördüler. Türkiye’de devrimci olanlar Mısır’da darbeden gelecek kötülüklere karşı Müslüman Kardeşler’e ve siyasi tercihine, haysiyetine sahip çıkan halka statükoculuğu tavsiye ediyor. Bir taraftan da Hükümeti, bütün İslam ülkeleri Sisi’den yana iken Hamas bile tarafsızlığını açıklamışken (bu arada Hamas’ın ilk kez ka’le alınması da kayıtlara geçsin) İhvan’ın yanında durarak Türkiye’yi yalnızlaştırmakla suçluyorlar. Sisi’yi destekleyen İslam ülkelerinin vatandaşlarına sorsalar, doğru cevabı alacaklar oysa.
Mustafa Karalioğlu’nun dün sorduğu soruyu elimizi vicdanımıza koyup biz de soralım, hangi ülkenin vatandaşı olmak istersiniz?
“Yalnız ve değerli” Türkiye’nin mi? Yoksa...