Geçen hafta Veysel Bozkurt Hocamızın twitter hesabından yaptığı bir paylaşım zihnime takılmıştı. "Harvard'da doktora depremi" paylaşımının arkasında Trump yönetiminin Harvard'a yönelik federal fon kesintileri ve belirsizlikleri üzerinden akademik ekosistemin çöküşü hakkında yazılmış haber-analizi okudum. Ardından geçen yıl Fulbright programıyla ABD'ye giden ama sokak ortasında gözaltına alınan Rümeysa Öztürk aklıma geldi.
Veysel Bozkurt'un bir başka paylaşımı da enteresandı: Harvard, Oxford ve Leuphana'dan araştırmacılar, 1980-2021 arası 451 bin ekonomi makalesini inceliyorlar. Sonuçlar düşündürücü!
Temel Bulgular: ABD yazarları top 10 dergilerde %65 oranında temsil ediliyor, oysa küresel Gayri Safi Yurtiçi Hasıla'daki payları sadece %16. Gelişmekte olan ülke yazarları top 10 dergilerde sadece %0,6 oranında yer alıyor. Çin'in dünya ekonomisindeki payı %16 ama top dergilerdeki yazarlık payı sadece %2,8. Gelişmekte olan ülke yazarları aynı atıf sayısına sahip olsalar bile top dergilerde yayınlanma olasılıkları çok daha düşük. ABD yazarları, diğer gelişmiş ülke yazarlarından %50, gelişmekte olan ülke yazarlarından 2 kat daha fazla atıf alıyor. Türkiye Gibi Ülkeler İçin Ne Anlama Geliyor?
Ben bu zor soruyu ve karamsar tabloyu düşünürken yakın zamanda okuduğum Peter Fleming'in kitabını tekrar elime aldım ve bazı endişelerime oradan cevaplar aradım. Umarım yükseköğretim politikalarımıza bu kitabın bir katkısı olur.
Peter Fleming Londra ve Cambridge üniversitelerinde ders vermiş bir profesör. Şimdi Sidney Teknoloji Üniversitesi'nde işletme bölümünde ders veriyor. Covid-19 salgını esnasında yayımladığı dünyada ses getiren kitabı geçtiğimiz aylarda Koç Üniversitesi Yayınları, Türk okuyucuyla buluşturdu: Karanlık Akademi: Üniversiteler Nasıl Ölür?
Profesör Fleming kitabında üniversitelerin bugününü ve yarınını sorguluyor. Kocaman kampüsleri olan yeşil çimenli üniversitelerin görünmeyen koridorlarını yansıtan kitap aslında neo-liberalizmin akademik evreni nereye sürüklediğini gösteriyor.
Geçtiğimiz yıl Terry Eagleton da benzer bir sorguyla üniversiteyi masaya yatırmış ve ümitsiz bir tablo çizmişti. Peter Fleming ise bize karanlığın fotoğrafını çekiyor.
Kitapta bazı bölümler var ki bizim gelecek 10 yılda varmak istediğimiz noktanın aslında hangi problemleri yaratacağını kanıtlıyor. Profesör Fleming'e göre temel problemlerden biri:
Üniversiteler artık sadece bilgi üretim yerleri değil, "ölçülebilir çıktılar", "performans göstergeleri", "etki faktörleri", "yayın sayıları" gibi nicel kriterlerle yönetilen kurumlar hâline geliyor. Fleming, bu süreci hem çalışanlar (akademisyenler) hem de öğrenciler açısından bir baskı ve tükenme kaynağı olarak görüyor.
Fleming, yalnızca İngiliz üniversitelerinin değil, neo-liberal çağın tüm yükseköğretim kurumlarının içine sıkıştığı "ölçülebilirlik kültürü"nün eleştirisini yapıyor. Artık akademinin küresel dili sayılarla konuşuyor: puanlar, endeksler, sıralamalar, memnuniyet oranları. Kitapta bu sayısallaşmış evrenin portresini çizerken aslında hepimizin içinde bulunduğu bir küresel laboratuvarı tarif ediyor.
Yazar, Karanlık Akademi'de bir bilim insanının ekranında açılan dijital tabloyu anlatıyor. Akademisyenin araştırmaları, makaleleri, aldığı fonlar, atıf sayıları ve öğrenci memnuniyet puanları grafiklerle sunulur. Sistem "gerçek zamanlı" çalışır, yani akademisyenin "performansı" her an ölçülür. Akademisyen artık yaşayan bir insan değil, veri akışında nefes alan bir çizelgedir. Fleming'in hatırlattığı gibi, müzik endüstrisinde sanatçıyı satış rakamına indirgeyen mantık, bugün üniversitelerde "h-endeksi"ne ve "çeyrek dilim" dergilere dönüşmüştür. Rakamlar konuşur, insan susar.
Bu ölçüt tiranlığı, artık ulusal değil küresel bir ideoloji. Üniversiteler dünyanın her yerinde aynı hedeflerle yarışıyor: daha fazla yayın, daha yüksek sıralama, daha "etkili" makale. Bilgi üretimi, piyasanın rekabet yasalarına göre düzenleniyor.
Peter Fleming'in kitabı sanırım Güney Kore'de, Özbekistan'da yahut Finlandiya'da bir akademisyende aynı tesiri uyandıracak kadar benzerlikler gösterir. Bizde de akademik teşvik sistemi uygulanmaya başladı malum. Tıpkı Özal dönemini hatırlatan vergi iade zarfı doldurur gibi koca koca hocalar puan toplama arayışına girmişti. Hangi faaliyetin hangi teşvik puanı alacağı ise dinamiktir. Her sene değişebilir.
Profesör Fleming'in tanıklığında akademik teşvik (yani ters teşvik) ve arkasından yaşananlar örneklerle kitapta anlatılır:
"Birçok akademisyenin hemen tanıyacağı bazı ters teşvikler şunlardır:
Teşvik: Artan yayın sayısı için araştırmacıları ödüllendirmek.
İstenen sonuç: Araştırma verimliliğini ve performansı arttırmak.
Gerçek çıktı: Standart altı makale sayısında artış, salt yayın sayısı arttıracak araştırmalara yönelme, yanlış veya yanıltıcı veri kullanımında artış.
Teşvik: Alıntı sayısında artış için araştırmacıları ödüllendirmek.
İstenen sonuç: İtibarlı ve etkili araştırmaları ödüllendirmek.
Gerçek çıktı: Uzun uzun ve ödül amaçlı kendi çalışmalarına referans verme alışkanlığı, kendi makalelerinin alıntılanması için ısrarcı olan dergi hakemleri ve editörler.
Teşvik: Üst düzey dergilerde makaleleri yayınlanan yazarları ödüllendirmek.
İstenen sonuç: Mükemmel araştırmaları teşvik etmek.
Gerçek çıktı: Makalelerinin gerçek "içeriğiyle" çok ilgilenmeyen yazarlar, sahada yeniliklerin azalması, elit dergilere muazzam güçlerin bahşedilmesi.
Dergilerde makale yayınlamak bu kurumsallaşmış kaygının ve bunu takip eden oyunun önemli bir parçasıdır. Burada söz konusu olan kariyerlerin geleceğidir ve güç bütünüyle dergilerin elindedir, çünkü kadro ve terfileri de içine alan akademik ödül sistemlerine hakim olan onlardır. Bu onları özellikle ters teşviklerin yanı sıra, perde arkasından yapılan anlaşmalara ve çekişmelere yatkın hale getirir. Sözde en iyi dergilerden çoğunun en zengin üniversitelerde, özellikle de ABD' de olması bir tesadüf mü?"